Mükemmel
ve mükerrem bir surette yaratılan insanın yaratılışta güzel olan
letaifleri; nefs’in onlara galip gelmesiyle asli değerlerini,
kabiliyetlerini yitirirler. İşte bu letaifleri tekrar bir mürşid
önderliğinde eğiterek eski güzel hallerine döndürmek mümkündür. Buna
tasavvufta TEZKİYE adı verilir.
Tezkiye
lügatte, temizlemek, arındırmak mânâlarının yanısıra, artırmak,
geliştirmek, bereketlendirmek ve feyizlendirmek anlamını da ihtivâ eder.
Bu mânâ çerçevesinde tezkiye, esâsen mânevî eğitimin bütün seyrini
ifâde eder.
Nefsi
tezkiye; öncelikle onu küfür, cehâlet, kötü hisler, yanlış îtikadlar,
fenâ ahlâklardan temizlemektir. Yâni şer'-i şerîfe aykırı her türlü
îtikâdî, ahlâkî ve amelî yanlışlıklardan arındırmaktır. Onu temizleyip
kötülüklerden koruduktan sonra da, îmân, ilim, irfân, hikmet, hayırlı
duygular, güzel huylar gibi takvâ hasletleriyle terbiye ve tezyîn
ederek, onu rûhâniyetle doldurmaktır.
Nefsi
tezkiyeye çalışmak ve bu uğurda ciddî bir gayret ile seyr u sülûke
girmek, ehemmiyetine ve zorluğuna binâen "cihâd-ı ekber" kabul
edilmiştir.
Nitekim
bu tâbiri Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pek zorlu
geçen Tebük Gazvesi'nden dönüşlerinde bizzat ifâde ederek ashâbına:
"- Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz." buyurmuşlardır.
Hâlbuki
dönmekte oldukları sefer, pek büyük bir gazveydi. Zirâ seferin
evvelinden nihâyetine kadar münafıkların fitneleri ve şeytanın
vesveseleri eksik olmamıştı. O yıl şiddetli bir sıcaklık ve kuraklık
hüküm sürmüştü. Katedilen yol, oldukça uzundu ve yaya yürümeye müsâid
değildi. Meyvelerin toplanacağı hasad mevsimi de gelip çatmıştı.
Kendilerini kalabalık bir Bizans ordusunun beklemekte olduğu haberi ise,
bu gazveyi daha da zorlu bir sefer kılmaktaydı. Otuz bin kişiyi aşan
sahâbî ordusu, bin kilometre gitmiş ve geri dönmüştü. Medîne'ye
yaklaşırken âdetâ şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış,
saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu
aleyhi ve sellem-'in söylediği bu sözün hikmetini merâk eden bâzı
sahâbiler, hayretler içinde:
"-
Yâ Rasûlâllâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd olur mu?"
dediklerinde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"- Evet! Şimdi küçük cihâddan en büyük cihâda; nefsin hevâsı ile mücâhedeye dönüyoruz!"[1] buyurdular.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
"Akıllı, nefsine hâkim olup onu hesâba çekerek ölümden sonraki hayat için çalışan, ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allâh'tan (hayır) umandır." (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31) buyurmuştur.
Bu itibarla her mümin, tezkiyesi ile mükellef olduğu nefsine karşı ciddî bir mes'ûliyet
şuuruyla hareket etmelidir. Kişinin, nefsini tezkiye etmeye çalışırken,
bu işin ehemmiyet ve usûllerine vâkıf olması gereklidir. Aksi hâlde
"kaş yapayım derken göz çıkarma" meselinde olduğu gibi bir hatâya
düşülebilir.[2]
Hepimizin
dış temizliğe olduğu kadar iç dünyamızın temizliğine ihtiyacı var. İyi
sıfatların kötü sıfatlara hakim olması insanı olgun yapar. Bunun için
insanın yalnızca dış temizliği, beden sıhhatiyle değil, iç dünyasının
temizliğiyle de, sağlığıyla da ilgilenmesi gerekir.
Bu
arınmanın herkes için mümkün olup olmadığına gelince, eğer bu mümkün
olmasaydı AllahTealâ kimseyi nefsini terbiye etmekle sorumlu tutmazdı.
Peygamber olmak insanın istemesiyle olmaz, iyi ve temiz insan olma yolu
herkese açıktır. Allah Tealâ’yı anlayacak, kendi nefsini terbiye ve
tezkiye edecek güç insanın yaratılışında vardır.[3]
Allah Rasulü’nün (A.S.) Sahabe-i Kiram Efendilerimizi Terbiye Etmesi
Sahabe-i
Kiram, İslâm’la tanışmadan ve Allah Rasulü’nün (A.S.) nurlu nazarları
altında terbiye görmeden önce şirk içinde bocalıyordu. Kur’an-ı Hakim’in
ifadesiyle koyu bir sapıklık içinde bulunuyorlardı. (Cuma/2) Ancak
Allah’ın büyük lütfuyla bu koyu cehalet ve sapıklık çizgisi devam
etmedi, değişti. Müşriklerden bir çoğu mümin oldu, cahiller ilimle
buluştu. Edeb nedir bilmeyenler, edeble süslendi. Öyle ki, güzel ahlâk
ve incelikte melekleri hayran bıraktılar. Cimriler, Allah yolunda
canlarını verecek derecede cömert oldular. Tembeller, ilahi aşk ile
canlanıp meydana çıktılar, binlerce başarının altına imza attılar. Dünya
zikriyle yatıp kalkanlar, Allah’ın Habibi Hz. Muhammed’le (A.S.)
tanışınca Allah aşığı oldular; gafletten zikre geçtiler, karanlıktan
nura çıktılar. Kısaca, kader çizgileri değişti, kederleri gitti. Bugünün
insanı için de aynı durum mümkündür ve böyle bir değişme bize de
emredilmiştir.[4]
Şimdi bunu bir örnekle açıklayalım inşallah.
Şeyh
Ebû Bekir Şiblî hazretleri (k.s) iki kanatlı idi. Bir kanadı ile
Devamend emiri yani valisi, diğer kanadı ile tam kırk küfe dolusu hadis
okumuş bir hadis âlimiydi. Onun kemalât yoluna intisabı şöyle oldu:
Ebu
Bekir Şiblî hazretleri, Devamend emiri iken, kendisine Rey amiri
vasıtasıyla halifenin huzuruna davet edildiğini bildiren bir mektup
gelir. Rey emiri ile birlikte Bağdat'taki halifenin huzuruna varırlar.
Her iki emire de hil'at/sultanların giydiği kürklü bir çeşit pelerin
hediye edilir. Tam halifenin huzurundan ayrılırlarken Rey emirinin
aksıracağı tutar. Aksırdıktan sonra da hil'atinin etek ucuna ağzını,
burnunu siler. Bu olayı derhal halifeye yetiştirirler. Halife emir
verir: "Derhal emirin hil'atini çıkarın, ensesine vurun ve emirlik
görevini alın."
Devamend
emiri Şiblî hazretleri durumu öğrenince aklı başına gelir, düşünür.
Derhal halifenin huzuruna çıkarak istifasını verir. Halife, neden böyle
yaptığını sorar. Ona şöyle cevap verir:
"Ey
halife, sen Allah'ın yarattığı bir kul yani mahlûk olduğun halde, kadri
kıymeti malum bulunan hil'atine yapılan saygısızlığı hoş karşılamadın.
Ben de bu davranışı hoş karşılamadım. Ben, âlemlerin padişahı olan Allah
Azîmüşşân'ın ihsan etmiş olduğu marifet ve muhabbet hil'atini almışım.
Onun ebedî saadetine ulaşmak için ben Allah'a kul olacağım. Onun için
emirlikten vazgeçiyorum."
Ebû
Bekir Şiblî hazretleri, kurtuluşun Allah dostlarında olduğunu
anlayarak, Bağdat'taki Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhına geldi.
Dünyadaki mertebesine göre izzet ve ikramla karşılanması gerekirdi.
Çünkü büyük bir hadis âlimi ve aynı zamanda vali idi. Peki, nasıl
karşılandı? Ebû Bekir Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine:
- Sizin yanınızda meşhur bir cevher varmış. Bunu, ya bana hediye edin veya satın, dedi.
-
Satacak olsam bedelini ödeyemezsin. Hediye edecek olsam kolay
kazanılmış malın kıymeti olmaz. İkisi de sana uymaz, dedi. Cüneyd-i
Bağdâdî hazretleri.
- Öyleyse ne yapalım?
- Git, bir yıl kibrit sat, dedi.
Ebû Bekir Şiblî hazretleri bir sene kibrit sattı. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bir yılın sonunda ona:
- Bu iş ticaret ve şöhret kapısıdır. Şimdi git, kapı kapı dolaşarak dilencilik yap, buyurdu.
Ebû Bekir Şiblî hazretleri:
- Sem'an ve taaten/işittim ve itaat ettim, dedi.
Ve dilenciliğe başladı. Hadis âlimi bir vali hiç dilenci olur mu?
Demek
ki, Ebû Bekir Şiblî hazretlerinin bedeninde ve ruhunda Cüneyd-i Bağdâdî
hazretlerinin gördüğü mânevî bir illet/hastalık var. Bu yolda hem izzet
sahibi nefsi beslemek hem de ârifibillah olmak yoktur.
Onun
için Ebû Bekir Şiblî hazretleri (k.s) Bağdat'ta bir yıl dilencilik
yaptı. Çalmadık kapı, geçmedik sokak bırakmadı. Sonunda artık kimse bir
şey vermez hale geldi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine durumunu anlattı:
- Sultanım, önceleri biraz verdiler ama şimdi hiçbir şey vermiyorlar dedi.
-
Şimdi kendi kıymetini/değerini artık bildin mi? Hani sen emir idin otuz
yıl hadis okumuştun; bak şimdi bir metelik bile etmiyorsun. Onun için
şu dünyaya bel bağlama; ben, sende halâ makam ve şöhret izlerini görüyorum: Bir sene daha dilencilik yap.
Ve
böylece Ebû Bekir Şiblî hazretleri bir sene daha dilencilik yaptı.
Artık onun nefsi, yere atılmış peçete/mendil gibi oldu. Anladı ki hiç
bir izzet bâki/ebedî değildir. Emirlikten ve ilimden gelen gururu dört
senede temizledi. Sonra Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine mürid oldu.tn5"
name=_ftnref5>[5]
Tasavvufun
terbiye usulleri insanı arındırıp olgunlaştırır. Kişiyi “ihsan”
makamına çıkarır. Bilindiği gibi Rasullullah s.a.v. Efendimiz ihsanın ne
olduğunu açıklarken şöyle buyurmuşlardır: “Sen Allah’ı görmüyor olsan
bile O seni görüyor. Her an Allah’ın huzurunda olduğunu bil ve her
işini ona göre yap.”
Bizler
ihsana sahip olup Allah Tealâ’nın bizi her an gördüğünün idrakiyle
yaşadığımız zaman günaha girmemiz, hatalı, çirkin işler yapmamız mümkün
olmaz. Böylece Allah Tealâ’nın yakınlığı, sevgi ve şefkati bize ulaşır.
İnsan için en büyük nimet de budur.[6]
[1] - Bkz. Suyûtî, Câmiu's-Sağîr, II, 73.
[2] - Nefs ve Tezkiyesi, www.tasavvufalemi.com
[3] - Terbiye ve Güzel Ahlak, Mehmet ILDIRAR, Semerkand Dergisi, Sayı:131, Kasım 2009
[4] - Değişebilen Kader Çizgisi, Nurullah TOPRAK, Semerkand Dergisi, Sayı:131, Kasım 2009
[5] - Nefs Terbiyesi, Haz.Mehmet FATI
Yorum Gönder