GuidePedia

0

İsrâiloğullarına gönderilen Peygamberler'dendir veya Allahû Teâlâ'nın sevgili velî kullarındandır. İsmi Hazkîl veya Hazkîyâl olup, babasının ismi Bûra veya Bûrî idi. Ya’kûb Aleyhisselâm'ın oğullarından Lâvî’nin neslindendir. Zülkifl, İdris yâhut Zekeriyyâ (aleyhimüsselâm) olduğunu söyleyenler de vardır. İbn-ül-Acûz (yaşlı kadının oğlu) diye bilinirdi. Mûsâ Aleyhisselâm'ın vefâtından sonra gönderilen üçüncü Peygamber'dir. Duâsı bereketiyle, ölen binlerce kişiyi Allahû Teâlâ diriltti.

Kabr-i şerîfinin, Irak’ta Hille ile Kûfe şehirleri arasında olduğu rivâyet edilir. Kaç sene peygamberlik yaptığı ve kaç yaşında vefât ettiği, kesin olarak bilinmemektedir.

Rivâyet edilir ki: Hazkîl aleyhisselâmın babasının iki hanımı vardı. Birinden on oğlu doğmuş, Hazkîl’in (a.s.) annesinden ise hiç oğlu olmamıştı. Hazkîl’in (a.s.) babası, bir gün evine bir mikdar et getirdi. Bu eti on iki parçaya ayırıp, on bir parçasını on oğlunun, kalan bir parçasını da Hazkîl’in (a.s.) annesine verdi. On oğlan annesi olan zevcesi, Hazkîl’in (a.s.) annesine karşı oğullarının çokluğuyla öğünüp, onu küçümsedi. Hazkîl’in (a.s.) annesi bu duruma çok üzüldü. Sabaha kadar ibâdet edip, Allahü teâlâ’ya gönülden yalvararak, erkek bir evlâd ihsân etmesini diledi. Duasının kabul olunup, olunmayacağına dair de bir alamet istedi.

Yaşı ilerlemiş, yıllardır kadınlık hâllerinden kesilmiş olan bu hanım, daha o günün sabahında hayz görmeğe başladı. Belli müddetten sonra, Hazkîl (a.s.) dünyâya geldi. İnsanlar; yaşlı bir hanımın oğlu olmasından dolayı, Hazkîl’e (a.s.); “İbn-ül-Acûz (yaşlı kadının oğlu)” dediler.

Rivâyete göre, çocukluğu ve gençliği Mısır’da geçen Hazkîl aleyhisselâm, Fir'avn’ın yakın akrabâsından veya İsrâiloğullarındandı. Fir'av’nın sarayında hazînedârlık yapmış, îmânını gizleyen bir mü’min idi. Sarayda olduğu ve Fir'avn, herkese kendini ilâh tanıtıp secde ettirdiği hâlde, o, bir olan Allahü teâlâya kalbden inanıyor ve ibâdetini gizli yapıyordu. Fir'avn’ın avânesi ve vezirleri, bir ara Allahü teâlâya îmân ettiğinin ve Hz. Mûsâ’ya yakınlığının farkına varıp, Fir'avn’a haber verdiler. Fir'avn da kendine olan yakınlığı sebebiyle, onun böyle bir şeye cür’et edemeyeceğini söyleyip, inanmadı. Hazkîl (a.s.) ise, îmânını gizlemeye devâm etti. Mûsâ aleyhisselâm, mûcizeler gösterip, peygamberliğini açıkça îlân edince, çâresizlik içinde kıvranan Fir'avn, vezirlerini ve diğer devlet erkânını toplayıp istişâre etti. Mûsâ’ya (a.s.) karşı nasıl bir tedbir alınması gerektiğini görüştüler. Mûsâ aleyhisselâma yakınlığıyla bilinen Hazkîl aleyhisselâm da bu toplantıda bulunanlardandı. Fir'avn’ın adamları, Hz.Mûsâ’nın susturulması için, etrâftan sihirbazlar toplanmasında ve ona gâlib gelmek için öldürülmesinin, te’hirinde ittifâk ettiler. Ve A’râf sûresi 112. âyetinde bildirildiği gibi meâlen; “Ne kadar san’atında mâhir olan sihirbaz varsa, hepsini sana getirsinler” dediler.” Fir'avn’ın niyeti ve çekindiği nokta ise başkaydı. Fir'avn, adamlarına Mü’min sûresi 26. âyetinde bildirildiği gibi, meâlen; “Bırakın beni, Mûsâ’yı (a.s.) öldüreyim de o, Rabbine duâ etsin. (Bakalım Rabbi, benim onu öldürmeme mâni olabilecek mi?) Zîrâ ben, onun sizin dîninizi değiştirmesinden (sizi bana ve putlara ibâdetten ayıracağından), yâhut yeryüzünde fesâd çıkaracağından (kendisine tâbi olanları çoğaltarak sizinle harbedeceğinden) korkuyorum” dedi.” Fakat, Fir'avn’ın adamları, onun Mûsâ’yı (a.s.) öldürmesine mâni olmak için; “Senin için bunda korkulacak bir şey yok. Gösterdiği şeyler sihirden ibârettir. Eğer onu öldürürsen; “Ona cevap verecek delil bulamayıp, karşılaşmaktan âciz kaldığı için öldürttü” derler” dediler. Fir'avn’dan korktukları için de, daha fazla bir şey söylemeye cesâret edemediler. Hâlbuki, Fir'avn’ın fikrinde ısrâr ettiğini biliyorlardı. Bu sırada, o zamâna kadar îmânını gizleyen, fakat Fir'avn’ın yakınlarından veya saray vazifelilerinden olan Hazkîl (a.s.), Fir'avn’ı bu düşüncesinden vazgeçirmeğe çalıştı. Bu husus, Mû’min (Gâfir) sûresi 28. âyetinde meâlen şöyle bildirildi: “Fir'avn’ın âlinden (yakınlarından veya saray vazifelilerinden) olup, îmânını gizlemekte olan bir mü’min (Hazkîl aleyhisselâm) şöyle dedi: “Siz; “Benim Rabbim yalnız bir olan Allahü teâlâdır” diyen bir kimseyi (haksız yere hemen) öldürüverir misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden açık mûcizeler ve delillerle geldi. Şâyet o bir yalancı ise, yalanının vebâli kendisinedir. (Dolayısıyla ondan size bir zarar gelmez.) Eğer sözünde sâdık, doğru ise, dünyâ azâbından vâdetmiş olduğu şeylerden bâzısı size isâbet eder. (Dolayısıyla ona sû-i kasdde bulunmaktan sakınmalısınız. Zîrâ, sâdık olduğu takdirde, sû-i kasdınız netîcesinde vâki olacak kötülük size âittir. O hâlde, o doğruysa da, yalancıysa da hayâtına kasd edilmemelidir.) Şüphesiz Allahü teâlâ, işlerinde haddi aşan ve yalanı âdet edinen kimseleri hidâyete erdirmez.”
 

Fir'avn, bu sözleri işitince çok kızdı ve Hazkîl’i (a.s.) zindana attırdı. Sonra vezirlerini ve diğer ileri gelenleri toplayarak, ona nasıl bir cezâ verilmesi gerektiğini görüştü. Vezirler, daha önce de onun îmân ettiğini bilip kızdıkları için, işkence ve eziyetten sonra öldürülmesini ve bu hâlden, herkesin ibret alıp korkutulması fikrinde idiler. Düşüncelerini bildirince; Fir'avn, Hazkîl’e olan yakınlığından dolayı rızâ gösterip fikirlerini kabûl etmedi. Vezirlerine, ona nasîhat edip, korkutmalarını ve Mûsâ aleyhisselâmın dîninden döndürmelerini emretti. Bunun üzerine vezirler, zindana gönderilen Hazkîl’e (a.s.) nasîhat edip, hak dîni terketmesini istediler. Fakat îmânın ve inanmış olmanın zevkine eren Hazkîl (a.s.), dâvâsında ısrâr etti. Hattâ onları da, tek olan Allahü teâlâya îmân ve ibâdet etmeye çağırdı. Hz. Mûsâ’dan sâdır olan mûcizeleri anlattı ve îmânsızlıklarında ve küfürlerinde ısrâr ettikleri takdirde, ebediyyen Cehennem’de kalacaklarını bildirdi. Mü’min sûresi 30-34. âyetlerinde bildirildiği gibi, onlara meâlen şöyle dedi: “Ey kavmim! Peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle; Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonra gelen kavimlerin başlarına gelen vak’alar (şiddetli azâblar) gibi, Mûsâ’yı (a.s.) yalanlamanız ve ona zarar vermek için saldırmanız sebebiyle, (şiddetli azâbın olduğu) öyle bir günün size de gelmesinden korkuyorum. Allahü teâlâ, kullarına zulüm murâd etmez. (Günahları olmayanlara azâb göndermez).

Ey kavmim! Gerçekten ben, sizin için (insanların birbirine nidâ ettiği, bağırıp) çağırışma gününden (kıyâmet gününden) korkuyorum. (Kıyâmet günü öyle bir gündür ki, siz o günün şiddetinden, günahınızın çokluğu sebebiyle, üzerinize gelen azâbdan) gerisin geriye kaçarsınız ve o günde sizi Allahü teâlânın azâbından kurtarıcı hiç bir kimse bulunmaz ve Allahü teâlânın hidâyete erdirmediği, şaşırttığı kimseyi, hiç bir kimse hidâyete erdiremez.
 

Allahü teâlâya yemîn ederim ki, Mûsâ’dan (a.s.) evvel Yûsuf (a.s.) da bir takım açık mûcizelerle size geldi de; o zaman onun getirdiği dinde ve o dînin emirlerinde, şüphe ve tereddüt içinde sâbit ve dâim oldunuz. Hattâ o vefât ettiğinde; “Artık bundan sonra, Allahü teâlâ peygamber göndermez” dediniz. (Bu sözünüzle hem Yûsuf’u (a.s.) hem de ondan sonra gelecek peygamberleri tekzîb ve inkâr ettiniz. Hz. Yûsuf’u inkâr edenler, yalanlayıp karşı çıkanlar, aslında o mü’min kişinin kendilerine hitâb ettiği, orada bulunan kimseler değildi. Onların, çok öncelerde gelen dedeleri idi. Lâkin baba ve dedelerinin kabahatleri evlâda nisbet olunduğundan, o, onlara; “Siz inkâr ettiniz, yalanladınız...” demektedir. Şu hâlde siz şiddetli inâdınız sebebiyle, Hz. Yûsuf’un getirdiği dinden faydalanamadığınız gibi, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği dinden de istifâde edemezsiniz. Çünkü fikrinizde isâbet yok, dalâlette ısrârınız ise pek çoktur.) İşte Allahü teâlâ, haddi aşan ve Hak teâlânın emrinde şüphe edici olan kimseyi böyle şaşırtır...”
 

“Yine o mü’min olan zât (önceki sözlerinin onlara pek te’sir etmediğini görerek, nasîhatlerine devâm edip) şöyle söyledi: “Ey kavmim! Gelin, bana itâat edin, tâbi olun ki, sizin doğru yola, hak dîne kavuşmanıza delâlet edeyim.
 

Ey kavmim! (Dünyâ lezzetine mağrûr olup aldanmayın. Bilin ki) bu dünyâ hayâtı çabuk biticidir. Ancak fânî bir eğlencedir. Az bir nasîblenmedir. (Güneşin gölgesi gibi çabuk geçer. Uykudaki rüyâ gibidir ki, uyanınca hiç bir şey kalmaz. Rüyâda gördükleri ile mağrûr olan ne kadar ahmaktır. Gayret edecekseniz, çalışacaksanız; dünyâ için değil, âhıret için çalışın. Çünkü dünyâ hayâtı geçicidir.) Âhıret ise ebedî olarak kalınacak yerdir. Oranın sonu yoktur.
 

Bir günah işleyen kimse ancak o günahın karşılığı kadar cezâ görür. Fakat, erkek olsun kadın olsun herhangi bir kimse mü’min olur ve sâlih ameller işlerse, onlar Cennet’e girer ve orada hesâbsız rızıklarla mükâfâtlandırılırlar.
 

Ey kavmim! Nedir bu başıma gelen? Ben sizi, (Allahü teâlâya îmân etmeye,) azâb-ı ilâhîden kurtulmaya dâvet ediyorum. Siz ise beni, (günahkârlar için hazırlanmış olan) Cehennem’e çağırıyorsunuz. Siz beni Allahü teâlâyı inkâr etmeye ve hakkında bilgim olmayan şeyi O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz (ki, Allahü teâlâya ortak koşmamı istediğiniz şey, ilâh olmaya aslâ lâyık değildir.) Hâlbuki ben sizi, ilâh olmanın bütün vasıfları kendisinde bulunan, herkese gâlip, azâb etmeye ve kullarının hatâlarını magfiret etmeye kâdir olan, Allahü teâlânın dergâhına dâvet ediyorum.
 

Elbette, beni kendisine ibâdete dâvet ettiğiniz putlarınızın hiç bir kudreti yoktur. (Bir dilek ve ihtiyaç kendilerine bildirilse, kabûl etmeye, ihtiyâcı gidermeye gücü yetmez. Elinden bir şey gelmez. Ne dünyâ, ne de âhıret menfaatinden hiç bir fayda te’min edemez.) Hepimizin dönüp varacağımız yer, Allahü teâlânın huzûrudur. Dalâlet ve azgınlıkta haddi aşanların hepsi cehennemliktir.
 

Yakında (azâb gördüğünüzde) benim size söylediklerimi hatırlarsınız (ve birbirinize şu cereyân eden hâdiseleri hatırlatırsınız. Lâkin hiç fayda vermez.) Ben bütün işlerimi Allahü teâlâya havâle ederim. O’na ısmarlarım. Zîrâ Allahü teâlâ kullarını görücü, kullarının bütün hâllerini bilici ve herkesin ameline göre karşılığını vericidir.” (Gâfir (Mü’min) sûresi: 38-44)
 

Vezirler, Hazkîl’den (a.s.) ümit keserek, Fir'avn’ın yanına döndüler. Onun îmândaki sebâtını ve kendi nasîhatlerinin onun îmânını kuvvetlendirmekten başka bir işe yaramadığını bildirdiler. Bunu işiten Fir'avn, iyice ümitsizliğe kapıldı. Vezirleri ve ileri gelenleriyle birlikte; “Hazkîl’e (a.s.) ne yapabiliriz” diye düşünürken, Fir'avn’ın kızı yanlarına geldi. Olup bitenleri anlamak istedi. Fir'avn, kızına durumu anlatınca, kız, babasını tesellî ederek dedi ki: “Ey babacığım! O mü’minlerin sözlerinin senin hilâfına ve aleyhine olduğuna üzülüp, onu cezâlandırmakta acele etme. Zîrâ, sana yakın olan kimseye gadr ve zulm etmiş olursun. Onun sözleri, sana muhâlefetten değildir. Belki Mûsâ’nın (a.s.) mûcizelerini görmesinden, onun sürülmesinin ve katlinin mümkün olmadığını zannetmesinden, kasıtlı olarak sana muhâlif görünmektedir. Böylece Mûsâ’ya (a.s.) itâat eder görünüp, hîle ve aldatma yoluyla onun öldürülmesini te’min edip, sana hizmet etmek istemektedir. Vezirlerin, onun bu niyetini bildiklerinde şüphe yok. Ancak, onlar koğucu ve hased edici olduklarından, onun sana yaptığı muâmeleyi kötülemektedirler.” Fir'avn, kızının bu tesellî edici sözleri karşısında ferahladı. Allahü teâlâ, Fir'avn’ın kalbine kızının sözünü kabûl etmeyi ilhâm eyledi. Bundan sonra Hazkîl’i (a.s.) huzûruna getirtti ve; “Senin maksadının, bana hizmet olduğunu tetkîk ettim. Şimdi, Mûsâ (a.s.) hakkında ne düşünüyorsan onu yap. Benden sana zarar gelmez, müsterih ol” dedi. Hazkîl’in (a.s.), işini Allahü teâlâya havâle etmesi sebebiyle, Allahü teâlâ onu Fir'avn’ın kötülüğünden ve kavminin şerrinden muhâfaza buyurdu. Nitekim Allahü teâlâ, Mü’min sûresi 45. âyetinde meâlen; “Allahü teâlâ onu (Hazkîl aleyhisselâmı) Fir'avn’ın ve adamlarının hîlesinden, onun hakkında düşündükleri kötülüklerden korudu. Fir'avn’ın kavmini ise (dünyâda boğulma ve âhırette Cehennem) azâbı ile kuşatıverdi” buyurmak sûretiyle bildirdi.
 

Hazkîl aleyhisselâmın, Fir'avn ile adamlarının şerrinden kurtulmasına dâir başka rivâyetler de vardır.

 Fir'avn’ın sarayında bulunan ve îmânını gizleyenlerden birisi de, Hazkîl aleyhisselâmın hanımıdır. Bu hanım, Fir'avn’ın kızının mâşitası (saç tarayıcısı) idi. “Arâis-ül-mecâlis” de yazılı olan, Sa’îd bin Cübeyr’in (r.anh), İbn-i Abbâs’dan (r.anh) bildirdiği hadîs-i şerîfde, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Mîrâc gecesinde, çok güzel bir kokunun yanından geçtim. Cebrâil aleyhisselâma; “Bu ne kokusudur?” diye sordum. Cebrâil aleyhisselâm; “Bu koku, Fir'avn’ın âilesinin saç tarayıcısının (Mâşita’nın) ve evlâdının kokusudur. Bir gün, Fir'avn’ın kızının saçını tarıyordu. Tarak elinden düştü. Onu almak için eğilince; “Bismillah” dedi. Fir'avn’ın kızı; “Babamın ismiyle söyle” dedi. O da; “Hayır! Benim ve babanın Rabbinin ismiyle söylerim” dedi. Bunun üzerine Fir'avn’ın kızı; “Seni babama haber vereceğim” dedi. Gidip babasına söyleyince, Fir'avn, Mâşita Hâtun’u ve oğlunu çağırdı ve Mâşita’ya; “Rabbin kimdir?” diye sordu. O da; “Benim Rabbim de, senin Rabbin de; Allah’tır” dedi. Fir'avn, bakırdan tandırın, ocağın yakılmasını ve bu mü’mine kadın ile birlikte çocuğunun atılmasını emretti. Kadın, Fir'avn’a; “Sana bir sözüm var” dedi. Fir'avn; “Nedir söyle” dedi. Mâşita Hâtun; “Benim ve çocuğumun kemiklerini toplayıp gömsünler” dedi. Fir'avn; “Senin üzerimde olan hakkın için yaparım” dedi. Fir'avn, daha sonra diğer çocuklarının getirilmesini emretti. Teker teker hepsini tandıra, yâni ateşe attılar. Son çocuğu meme emmekte olan bir oğlan çocuğu idi, dile gelip; “Anneciğim sabret! Muhakkak ki, sen haklısın” dedi ve annesi ile birlikte ateşe atıldı” dedi.”
 

Mûsâ aleyhisselâmla berâber olan Hazkîl aleyhisselâm, onun en yakın yardımcılarındandı. Mûsâ aleyhisselâmla birlikte Kızıldeniz’den geçip, İsrâiloğullarının Tîh sahrasında kaldığı kırk sene içinde ondan ayrılmamış ve ona inananlardan olmuştu.
 

Mûsâ aleyhisselâmın vefâtından sonra, İsrâiloğullarına gönderilen üçüncü peygamber, Hazkîl aleyhisselâmdır. Yûşa’ bin Nûn (a.s.) ve Kâlib bin Yuknâ’nın (a.s.) vefâtından sonra, ona, peygamber olduğu bildirildi. Eyliyâ (Kudüs bölgesinin eski ismi) diyârı ahâlisine gönderildi. İsrâiloğullarını Hakk’a dâvet edip, Mûsâ aleyhisselâmın getirdiği Tevrât’ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. Daha sonra Irak’ta bulunan Dâverdan’a gitti. O belde ahâlisini de, bir olan Allahü teâlâya îmâna ve O’na ibâdet etmeye dâvet etti. Hazkîl aleyhisselâm, onları, Allahü teâlânın düşmanlarıyla cihâd (harb) etmeye de çağırdı. O belde ahâlisinden, inananlara zulmeden zâlim hükümdarlara karşı harbe gitmeyi istedi. Onlar, ölümden korktukları için harbe gitmediler. Allahü teâlâ bu isyânlarının cezâsı olarak, onlara tâûn hastalığı gönderdi. Tâûn hastalığından kaçmak için, bulundukları şehri terk edip, başka yerlere gitmek üzere yola çıkan binlerce kişi, şehirden biraz uzaklaşınca, işittikleri korkunç bir sesle öldü. Ölenlerin sayısı hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bunların on bin kişiden fazla olduğu rivâyet edilmiştir.
 

Bir rivâyete göre yedi gün, başka rivâyetlerde ise uzun zaman ölmüş hâlde kalan insanların gövdeleri şişip, çevreye pis kokular yayılmaya başladı. Hazkîl aleyhisselâm, kavminin başına gelenleri görünce acıyıp Allahü teâlâya duâ etti. Allahü teâlâ ona vahy edip; “Tâûndan kaçtıkları için kudretimi gösterdim. Bulundukları yerden kaçmakla ölümden kurtulamayacaklarını, yaşayan insanlar gördüler” buyurdu. Hazkîl aleyhisselâm; “Yâ Rabbî! Bunları tekrar dirilt” diye duâ etti. Allahü teâlâ Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle onları diriltti. Ancak, o kimselerin bedenlerindeki kötü koku geçmedi.
 

Başka bir rivâyette de; ölen kimselerin etleri, kemiklerinden ayrılmış, kemikleri çürümüştü. Hazkîl aleyhisselâmın duâsı sebebiyle dirildiler. “Sübhâneke ve bihamdike lâ ilâhe illâ ente” dediler ve kendi şehirlerine gelip, kalan ömürlerini Mûsâ aleyhisselâmın dîni üzere geçirip, vefât ettiler.
 

Bu husus, Kur'ân-ı kerîmin Bekara sûresi 243. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle bildirildi: “(Yâ Muhammed aleyhisselâm!) Görmedin mi (yâni görmüş gibi haberdâr olmadın mı) o kimseleri ki, onlar binlerce kişi oldukları hâlde, ölümden kaçınarak (sârî bir hastalıktan veya savaşa gitmekten korkup) yurtlarından (Dâverdan adlı kasabadan) çıktılar. Allahü teâlâ ise, onlara “Ölünüz!” diye emretti. (Onların ölmelerini irâde buyurunca, hemen öldüler. Ölümden kaçmalarının faydası olmadı. Allahü teâlâ, kudret ve hikmetini bütün insanlara göstermek için), sonra da onları diriltti. (İlâhî kudretinin azametini onlara bildirdi ve ibret dersi verdi. Kazây-ı ilâhîden kaçınmaya imkân bulunmadığını gösterdi.) Şüphe yok ki, Allahü teâlâ insanlar hakkında fazl (ve kerem) sâhibidir. (Artık onların bunun şükrünü îfâ etmeleri gerekmez mi?) Fakat, insanların pek çokları şükretmezler.”

Hazkîl aleyhisselâm, onların evlâdlarına, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını anlatıp, insanları hak yola dâvet etmeğe devâm etti. Fakat o insanlar, bir dedikleri bir dediklerini tutmayan yalancı kimselerdi. Bu yüzden bâzan Hazkîl aleyhisselâmın dediklerine uyar, bâzan da muhâlefet ederlerdi. Onların bu hâlleri, Hazkîl (a.s.) o belâdan Bâbil diyârına hicretine sebep oldu. Vefât edinceye kadar orada yaşadı.

1.      Tefsîr-i Kebîr (Râzî); cild-6, sh. 175
2.      Tefsîr-i Kurtubî; cild-3, sh. 230
3.      Tefsîr-i Tibyân; cild-1, sh. 230
4.      Tefsîr-i Mahzarî
5.      Tefsîr-i Taberî; cild-24, sh. 56-58
6.      Arâis-ül-mecâlis; sh. 187, 250
7.      Târih-ul-ümem vel-mülûk (Taberî); cild-1, sh. 239
8.      Ravdat-üs-Safâ; sh. 292
9.      Herkese Lâzım Olan Îmân; sh. 27
10.    İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-7, sh. 137
11.    Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 1938
12.    El-Kâmil fit-târih; cild-1, sh. 210
13.    Ravdat-ül Ebrâr; cild-1, sh. 68
14.    Mir’ât-ı Kâinât; cild-1, sh. 127


Cenâb-ı Allah, Hazret-i Hazkîl (Hızkîl) Aleyhisselâm'dan ve diğer tüm Peygamber Efendilerimiz'den razı olsun. Bizleri de şehitlik mertebesiyle müjdelesin. Bu mübarek Peygamber Efendilerimiz'in şefaatlerine nâil eylesin bizleri... Amin.

Yorum Gönder

 
Top