GuidePedia

0

Evliyânın önderlerinden, İslâm âlimlerinin büyüklerindendir. Babası Abdülcemîl Malatyalı idi. İmâm-ı Mâlik hazretlerinin neslinden olup âlim ve ârif idi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde çok yüksekti. Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ederlerdi. Bir gün Hızır aleyhisselâm kendisine: "Ey Abdülcemîl! Senin sâlih bir erkek evlâdın olacak. İsmini Abdülhâlık koyarsın." buyurdular. Abdülcemîl bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhârâ'ya göçtü ve Goncdüvân kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır aleyhisselâmın buyurduğu gibi bir erkek evlâda sâhib oldu. İsmini Abdülhâlık koydu. Abdülhâlık çocukluğunu burada geçirdi.

Beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ'ya gönderildi. Büyük âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur'ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnâsında; "Rabbinize tazarrû' ederek (boyun büküp yalvararak) ve gizli duâ ediniz!" (A'râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye gelince Abdülhâlık hocasına:

"Efendim! Bu "gizli"den murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ, âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse, lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; "Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır." hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm ederim, efendim!"diye arz etti.

Hocası, büyük âlim Sadreddîn hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl sormasına hayran kaldı ve cevap olarak:

"Evlâdım! Bu mesele, kalb ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu müşkülün halledilmiş olur." buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh) bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.

Bir gün Hızır aleyhisselâm yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; "Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!" diye târif etti. Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî makamlarda yükselmesine sebeb oldu.

Bu sıralarda Yûsuf-ı Hemedânî hazretleri Buhârâ'ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar:

On iki yaşında idim. Hızır aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ'ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim. Ondan pekçok istifâdelere kavuştum.

Böylece Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da Hızır aleyhisselâm oldu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri hâlini insanlardan gizli tutardı. Nefsinin isteklerine uymayıp, istemediği şeyleri yapmakta kendisini pek ağır imtihanlara tâbi tutar fakat hiç kimseye bir şey sezdirmezdi. Hele onun Hızır aleyhisselâm ile ulaştığı mânâda ilim tahsîline hiç kimse vâkıf olmazdı.

Abdülhâlık Goncdüvânî gerek Hızır aleyhisselâm ve gerekse büyük İslâm âlimlerinin tahsil ve terbiyesi altında zamânının bir tânesi oldu. İnsanlar dünyânın dört bir yanından kâfileler hâlinde ondan istifâde etmek için gelmeye başladılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri beş vakit namazını Kâbe-i muazzamada kılar, tekrar Buhârâ'ya dönerdi. Bir Aşûre günü talebelerine derste velîlik hâllerini anlatıyordu. Müslüman kıyâfetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek:

Efendim! Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Mü'minin firâsetinden korkunuz. Çünkü o, Allah'ın nûru ile bakar." buyuruyor. Bu hadîs-i şerîfin sırrı nedir? diye sordu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri gence heybetle nazar ettikten sonra; "Öyleyse belindeki zünnârı, hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ipi kes de îmâna gel." dedi.

Hocanın bu sözleri oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç, telaşla; "Hâşâ! Yemîn ederim bende böyle bir şey yok." diye söylendi.

O zaman Abdülhâlık hazretleri talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işâret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnâr bağlı olduğu görüldü. Bu hâdise karşısında genç, çok mahcûb oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi meydana geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerine muhabbet, sevgi duymaya başladı. Böylece evliyânın, Allahü teâlânın nûruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman olmakla şereflendi. Sâdık talebelerinden oldu.

Büyük mürşid bundan sonra etrafındakilere dönerek:

"Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnârımızı keselim. Îmân edelim. Şöyle ki, bu genç maddî zünnârı kesti, biz de kalbe âid zünnârı keselim. O da, kibr ve gururdur. Bu genç, af dileyenlerden oldu; biz de affa kavuşalım." buyurdu.

Talebeleri bir anda hazret-i Hâce'nin gönül yaralarına sunulan şifâ şerbetini içtiler, tövbelerini yenilediler. Böylece kalblerinin Allahü teâlâdan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı.

Bir gün huzûruna gelen bir kimse; "Eğer Allahü teâlâ beni Cennet ile Cehennem arasında muhayyer kılsa, ben Cehennemi seçerim. Zîrâ bütün ömrümde nefsimin arzusu üzerine amel etmedim. O halde Cennet nefsin murâdıdır. Cehennem ise, Allahü teâlânın murâdıdır." dedi. Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri bu sözü red ederek:

Kulun seçme hakkı yoktur. Her nereye git derlerse oraya gideriz. Nerede kalın derlerse orada kalırız. Kulluk budur. Senin dediğin kulluk değildir. buyurdu. O kimse bu sefer; "Efendim! Tasavvuf yolunda bulunan kimseye şeytan yaklaşabilir mi?" diye sordu.

"Tasavvuf yoluna yeni gelmiş bir talebe, nefsini emmâre olmaktan kurtaramamış ise, bir şeye öfkelendiği zaman şeytan ona yaklaşabilir. Şâyet nefsi mutmainne derecesine çıkmış ise, o kimsede öfkelenmek yerine, gayret hâsıl olur. Her ne zaman gayret etse, şeytan ondan kaçar. Bu kadar sıfat o kimseye kâfidir. Yeter ki, Hakk'a yönelsin. Allahü teâlânın Kitâbına ve Resûlünün sünnetine sarılsın. Bu iki nûr arasında tasavvuf yolunda yürüsün." buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri, Allahü teâlânın indinde duâsı makbûl kimselerden idi. İnsanlar ve cinler duâsına kavuşmak için, uzak yerlerden gelirlerdi.

Bir gün Abdülhâlık Goncdüvânî'nin huzûruna uzak yerden bir misâfir, biraz sonra da yanlarına, güzel sûretli, temiz giyimli bir genç geldi. Abdülhâlık hazretlerinden duâ isteyip hemen ayrıldı. Misâfir; "Efendim! Bu gelen genç kimdi acaba? Gelmesi ile gitmesi bir oldu." dedi. O da; "Bizi ziyârete gelip duâ isteyen bir melek idi." buyurdu. Misâfir hayret etti ve; "Efendim! Son nefeste îmân selâmeti ile gidebilmemiz için bize de duâ buyurur musunuz?" diye niyâzda bulundu. Bunun üzerine Abdülhâlık Goncdüvânî hazretleri:

"Her kim farzları eda ettikten sonra duâ ederse, duâsı kabûl olur. Sen, farz olan ibâdeti yaptıktan sonra duâ ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duânın kabûl olmasına vesîle olur." buyurdu.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin âhiret âlemine göç etmesi yaklaşmıştı. Kendisine bağlı talebelerinin terbiyesini Ahmed Sıddık, Evliyâ Kebir, Şeyh Süleymân Germinî ve Ârif-i Rivegerî adlarındaki dört büyük halîfesine bıraktı. Onlara nasîhatlerde bulundu.

1180 (H.575) yılında Goncdüvân'da vefât etti.

Goncdüvânî hazretleri bugün Nakşibendiliğin prensipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir. Vefâtından sonra da kerâmetleri görülmüştür.

Şöyle ki: Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîler yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehr vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar. Oradan Buhârâ'ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar. Niyetleri burada bulunan ve Ehl-i sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak şehre karşı hücuma geçtikleri sırada kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran beyaz atlı beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârekim ve düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi ve sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân, menzilimizdir
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum

şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

EVİN MESCİT OLSUN
Abdülhâlık Goncdüvânî hazretlerinin mânevî oğulları Şeyh Evliyâ Kebir'e yaptığı nasîhatlerinden her biri bütün müslümanlar için birer kıymetli inci değerinde düsturlardır. Bir tânesi şöyledir:

Yavrucuğum, sana ilim tahsili ile edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allahü teâlânın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük âlimlerin izini bırakma. Resûlullah efendimizin sünnetine uygun davran. O sünnetin hakîkî uygulayıcısı olan eshâbın davranışını da gözünden ırak etme. Fıkıh ve hadîs öğren. Câhil tarîkatçilerden sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret âfettir, tehlikelidir. Hemen her hâlinle insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemâatle kılmaya gayret et. Bid'at sâhibi sapıklar ile ve dünyâya düşkün kimselerle arkadaşlık etme. Kâdılık ve müftülük gibi övülen bir makam da olsa herhangi bir makâma meyletme. Devlet idarecileri ve onların adamları ile dostluk kurma. Din dışı hareketleri ile meşhur, sözünü bilmeyen bayağı kimselerle de arkadaşlık etme. Az konuş, az ye, az uyu. Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helâl yemeye çok gayret eyle. Şüpheli şeyleri terket. Çok kere dünyâlık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu taleb için yola düşersen, dînin elden gider. Çok gülme. Kahkaha ile gülmek kalbi öldürür. Kimseyi hakîr görme. Kimse ile münâkaşa etme. Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme. Tasavvuf büyüklerine dil uzatma. Onları inkâr eden felâkete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Yenisinin gereği olmadığı zamanlarda eski elbise giy. Sermâyen fıkıh, din bilgisi, evin mescid olsun.

MÜMİNİN FİRÂSETİ
Abdülhâlık Goncdüvânî, namazları ekserî,
Kâbede edâ edip, dönerdi tekrar geri.

Bir aşûre gününde, hazret-i Abdülhâlık,
O gün talebesiyle, sohbette, bir aralık,

Müslüman kıyâfetli, bir genç girdi içeri,
Talebe arasında, oturdu diz üzeri.

O hazret, bir taraftan, hem sohbet ediyordu,
Yine bir taraftan da o genci süzüyordu.

Sohbeti dikkatlice, dinleyen o genç adam,
Dedi ki: "Ey efendim, Resûl aleyhisselâm,

"Müminin firâsetinden, sakının ey insanlar,
Çünkü onlar, Allah'ın nûru ile bakarlar."

Diye buyurmuşlardır, sahâbeye bir kere,
Bu hadîsin sırrını, anlatınız bizlere."

Buyurdu: "Sırrı şu ki, belindeki zünnârı,
Çıkar at, müslüman ol, kandırma insanları!"

Genç îtirâz etti ve dedi ki: "Yok zünnârım,
Ve onu kuşanmaktan, Allah'ımdan korkarım."

Buyurdu: "Öyle ise, çıkar da kaftanını,
Öğrenelim içinde, zünnar olmadığını."

Çıkardı kaftanını o genç, istemeyerek,
Belindeki zünnârı, çıkınca, üzüldü pek.

Bu durum karşısında, utandı, mahcup oldu,
O an İslâma karşı, kalbine sevgi doldu.

Anladı, müminlerin, firâseti nasılmış,
Ve Allah'ın nûruyla, mümin nasıl bakarmış.

Kalbinde ona karşı, hâsıl oldu muhabbet,
Getirip bin şevk ile, kelime-i şehâdet.

Müslüman olmak ile, şereflendi o anda,
Sâdık bir talebesi, oldu hem de sonunda.

Hazret-i Abdülhâlık, buyurdu sonra hemen:
"Bu genç, maddî zünnârı, kesip attı belinden,

Biz dahi şu mânevî, zünnârı atalım,
Bunlar, gurûr, kibirdir, bunlardan kurtulalım."

Talebeler topluca, o gün tövbe ettiler,
Ağlayıp gözlerinden, sel gibi yaş döktüler.


1) Menâkıb-ı Hâce Abdülhâlık Goncdüvânî (Süleymâniye Kütüphânesi, Yahya Tevfik Kısmı, No. 190)
2) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.50
3) Hadâik-ul-Verdiyye; s.110
4) Reşehât Tercümesi; s.25
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.343
6) Nefehât-ül-Üns; s.377
7) Makâmât-ı Nakşibendiyye; s.22,43
8) İrgâm-ül-Merîd; s.51
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.972
10) Kâmûs-ül-A'lâm; c.4, s.3066
Abdulhâlik Gücdevânî (kaddesallâhu sırrahû) Hazretleri, Hz. Ebûbekir-i Sıddîk (ra) vasıtasıyla gelen manevi sırların taşıyıcısı…

Nakşibendî Tarîkatı’nın temel prensiplerini belirleyen büyük zat… Şâh-ı Nakşibend (ks) Hazretlerini kabrinden irşad eden mürşid-i kamil…

Buhara'nın Gücdevan beldesinde doğdu. Miladi 1180 yılında, yine Buhara'nın Gücdevan beldesinde vefat etti. Babası Abdulcemil isminde arif ve alim bir zattı. İmam-ı Malik Hazretlerinin neslinden olup, Hızır (aleyhisselam) ile görüşüp sohbet ederlerdi.

Bir gün Hızır (as) kendisine; "Ey Abdulcemil! Senin salih bir erkek evladın olacak. İsmini Abdulhalik koyarsın." buyurdular. Abdulcemil, bu konuşmadan kısa bir zaman sonra Buhara'ya göçtü ve Gücdevan kasabasına yerleşti. Çok geçmeden Hızır (as)ın buyurduğu gibi bir erkek evlada sahip oldu. İsmini Abdulhalik koydu.

Zikir Talimatını Hızır’dan Aldı

 

Abdulhâlik Gücdevânî (ks) beş yaşına geldiğinde, ilim öğrenmesi için Buhara’ya gönderildi. Zamanın büyük alimi Hâce Sadreddin Hazretlerinden Kur'an-ı Kerim ve tefsirini öğrenmeye başladı. Bir gün okuma esnasında; "Rabbinize tazarru ederek (yalvararak) gizli dua ediniz." (A'raf; 55) Mealindaki ayet-i kerimeye gelince Abdulhâlik Gücdevânî (ks) hocasına;

"Hocam! Bu ‘gizli’den murad edilen nedir? Kalp ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve dua, aşikar, sesli bir şekilde dil ile olursa, riyadan korkulur. Araya riya girerse, layık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şayet kalp ile zikretsem; ‘Şeytan insanın damarlarında kan gibi dolaşır.’ hadis-i şerifi gereğince, şeytan bu zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum. Bu müşkülümü hallediniz." diye arz etti.

Hocası, zamanının büyük alimlerinden Hâce Sadreddin Hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir sual sormasına hayran kaldı ve cevap olarak;

"Evladım! Bu mesele kalp ilimlerinin konusudur. Allâh-u Teâlâ nasip ederse, sana bu ilimleri öğretebilecek bir üstada kavuşturur. Kalp ile zikri ondan öğrenirsin. Böylece bu müşkülün halledilmiş olur." buyurdu.

Bir gün Hızır (as) Abdulhâlik Gücdevânî (ks)nun yanına geldi. Ona, Allâh-u Teâlâ'yı gizli ve açık zikretme yollarını öğretti. Ve manevi evlatlığa kabul edip; "Kalbinden, ‘La İlahe İllallah, Muhammedun Resulullah’ Kelime-i Tayyibesini, şöyle şöyle zikredersin." diye tarif etti.

Abdulhâlik Gücdevânî (ks) bu tarif üzere, bu mübarek Kelime-i Tevhid'i kalben söylemeye başladı. Bunu, kendisi için ders kabul etti. Bu hâl manevi makamlara yükselmesine sebep oldu.

Hemedânî Hazretleri ile Tanışması


Bu sıralarda Yusuf Hemedânî (ks) Buhara'ya geldi. Gücdevânî Hazretleri onun hizmetine girdi ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar;

"On iki yaşında idim. Hızır (as) bana Yusuf Hemedânî
(ks)dan ilim öğrenmemi tavsiye buyurdular. Bu sırada onun Buhara'ya geldiğini işiterek derhal yanına gittim. Ondan pek çok istifadelere kavuştum."

Böylece, Gücdevânî (ks)nun sohbette üstadı Yusuf-u Yusuf Hemedânî (ks), zikir talim hocası da Hızır (as) oldu. Gerek Hızır (as) ve gerekse Yusuf Hemedânî Hazretlerinin tahsil ve terbiyesi altında, zamanının bir tanesi oldu. İnsanlar, dünyanın dört bir yanından kafileler halinde ondan istifade etmek için gelmeye başladılar.

Gücdevânî Hazretleri, bir Aşure günü talebelerine derste velilik hallerini anlatıyordu. Müslüman kıyafetinde olan bir genç içeri girip, talebelerin arasına oturdu. Bir müddet sohbetini dinledikten sonra söz isteyerek; "Efendim! Resulullah (sav); ‘Mü'minin ferasetinden korkunuz. Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar.’ (Tirmizi) buyuruyor. Bu hadis-i şerifin sırrı nedir?’ diye sordu.

Abdulhâlik Gücdevânî Hazretleri o gence heybetle nazar ettikten sonra; "Öyleyse, belindeki zünnarı (hıristiyanların ibadette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı olan parmak kalınlığındaki yuvarlak ip) kes de imana gel!" dedi.

Zünnarımızı Keselim



Gücdevânî Hazretlerinin bu sözleri, oradakiler üzerinde şok etkisi yaptı. Genç telaşla; "Haşa! Yemin ederim bende böyle bir şey yok!" diye söylendi. O zaman Abdulhâlik Gücdevânî (ks) talebelerinden birine gencin hırkasını çıkarmasını işaret etti. Talebe o gencin üzerindeki hırkasını çıkarınca, belinde düğüm düğüm zünnar bağlı olduğu görüldü.

Bu hadise karşısında, genç çok mahcup oldu. Ne yapacağını şaşırdı. Kalbinde İslamiyet’e karşı bir sevgi meydana geldi. Gücdevânî Hazretlerine muhabbet ve sevgi duymaya başladı. Böylece evliyanın, Allâh-u Teâlâ'nın nuruyla baktığının ne demek olduğunu çok iyi anladı. Kelime-i şahadet getirerek müslüman olmakla şereflendi ve onun sadık talebelerinden oldu.

Abdulhâlik Gücdevânî (ks) etrafındakilere dönerek şöyle buyurdu; "Ey dostlar! Gelin biz de ahde uyalım, zünnarımızı keselim. İman edelim. Şöyle ki; bu genç maddi zünnarı kesti, biz de kalbe ait zünnarı keselim. O da kibir ve gururdur. Bu genç af dileyenlerden oldu, biz de affa kavuşalım."

Talebeleri, bir anda Gücdevânî Hazretlerinin gönül yaralarına sunulan şifa şerbetini içtiler ve tövbelerini yenilediler. Böylece kalplerinin Allah-u Teala'dan başka bir şeye bağlılıkları kalmadı...

Bir gün misafirlerinden bir tanesi; "Efendim! Son nefeste iman selameti ile gidebilmemiz için bize dua buyurur musunuz?" diye niyazda bulundu. Bunun üzerine Abdulhâlik Gücdevânî (ks): "Her kim farzları eda ettikten sonra dua ederse, duası kabul olur. Sen, farz olan ibadeti yaptıktan sonra dua ederken bizi hatırlarsan, biz de seni hatırlarız. Bu durum hem senin, hem de bizim için duanın kabul olmasına vesile olur." buyurdu.

Vefatından Sonraki Büyük Kerameti

Abdülhâlık Gücdevânî Hazretlerinin vefât etmesinin üzerinden 332 sene geçmişti. 1512 (H.918) yılında Ashâb-ı Kirâm düşmanı Safevîler, yüz bin kişilik tâlimli asker ile Ceyhun Nehrini geçerek Mâverâünnehir vilâyetlerine hücûm ettiler. Çok kan döküp büyük tahrîbât yaptılar.

Oradan Buhârâ'ya yöneldiler. Pekçok kaleyi zaptettiler. Girdikleri yerlerde, Ehl-i sünnet âlimlerinin kabirlerini ve türbelerini yıkıp hakâret yapıyorlardı. Nihâyet Goncdüvân kalesini de abluka altına aldılar.

Niyetleri, burada bulunan ve Ehl-i Sünnet müslümanlarının ziyâretgâhı olan Abdülhâlık Gücdevânî Hazretlerinin kabirlerini yakmak idi. Ancak, şehre karşı hücuma geçtikleri sırada, kaleden çıkan beş bin Özbek askerinin etrafında bulunup kendilerine saldıran, beyaz atlı, beyaz elbiseli ve yeşil sarıklı askerleri gördüler. Başlarında heybetli ve nûrânî, mübârek bir zât elinde iki ağızlı kılıç ile Safevîleri işâret edip hücûma geçtiklerinde, ekin tarlasına giren orakçılar gibi düşmanları biçmeye başladılar. Ehl-i Sünnet düşmanları kısa sürede bozguna uğrayıp geri dönmemek üzere kaçtılar.

Abdülhâlık Gücdevânî Hazretlerinin daha vefâtından evvel söylediği:

Dosta mübârek düşmana musîbetim
Cenkte demir gibi sulhta mum gibiyim

Nûr çeşmesinin başı Goncdüvân menzilimiz
Rum kapısına kadar iki ağızlı kılıç vururum


şeklindeki sözleri de onun 332 yıl sonra ortaya çıkan kerâmetiydi.

Hayat Düsturu Nasihatleri

Abdulhâlik Gücdevânî Hazretlerinin manevi oğullarına yaptığı nasihatlerden her biri, bütün müslümanlar için birer kıymetli inci değerindedir. O nasihatlerden bir tanesi şöyledir;

"Yavrum, sana ilim tahsili ile edeb öğrenmeyi tavsiye ederim. Hemen her zaman Allâh-u Teâlâ'nın huzurunda olduğunu bil ve dikkat et. Geçtiğimiz asırlardaki büyük alimlerin izini bırakma.

Hz. Peygamber (sav)in sünnetine uygun davran. O sünnetin hakiki uygulayıcısı olan Ashab-ı Kiram'ın davranışını da gözünden uzak tutma. Fıkıh ve hadis öğren.

Cahil tarikatçılardan sakın. Şöhret peşinde koşma, şöhret afettir ve çok tehlikelidir. Hemen her halinle insanlardan biri gibi yaşa. Namazını her zaman cemaatle kılmaya gayret et.

Bid'at sahibi sapıklar ile ve dünyaya düşkün kimseler ile arkadaşlık etme. Din dışı hareketlerle meşgul, sözünü bilmeyen kimselerle de arkadaşlık etme. Az konuş, az ye, az uyu.

Oturmak için daha çok ıssız yerleri tercih et. Helal yemeye çok gayret eyle. Şüpheli şeyleri terket. Çok kere dünyalık isteği sana ağır basar. Ağır basan bu talep için yola düşersen, dinin elden gider.

Çok gülme, çok gülmek kalbi öldürür. Kimseyi hakir görme. Kimse ile münakaşa etme. Kimseden bir şey isteme. Hiç kimseye sana hizmet etmesi için emir verme.

Tasavvuf büyüklerine dil uzatma. Onları inkar eden felakete düşer. Gözlerin yaşlı, amelin temiz olsun. Sermayen fıkıh ve din bilgisi, evin mescid olsun."

Nakşibendiliğin 11 Esası

Abdulhâlik Gücdevânî (ks) bugün Nakşibendîliğin esasları diye bilinen on bir temel düsturu ortaya koyan üstattır. Bu prensiplerin esası; "Kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu daima Allah-u Teala ile meşgul hale getirmek" tir. Nakşibendîliğin onbir temel düsturu şunlardır:

1- Vukûf-i Zamânî: ‘Vukûf’ kelimesi ‘şuur’ manasına gelir, yani mürid, içinde bulunduğu zamana muttali olmalı ve zamanı kontrolü altında tutmalı, zamanını gafletle mi, yoksa şükre layık bir uyanıklık ve huzurla mı geçirdiğini düşünmelidir.

2- Vukûf-i Adedî: Kısaca manası vird yapılırken sayıyı bilmektir. Burada asıl anlatılan vukuf, sayılarına riayet sureti ile hafi zikirden ibarettir. Hafi zikir esnasında sayısına riayet edilmesi, zihni dağınıklıktan kurtarır.

Zikirde asıl gaye, zikri yapılan Allah-u Zülcelâl ile kalbin huzurudur, manevi beraberliğidir. Ancak böyle yapıldığı takdirde, zikrin faydası görülür. Anlatılan fayda: "la ilahe" (ilah yoktur) nefyetmek, yani reddetmek esnasında, beşeri varlığın bitip tükenmesidir. "İllallah" (ancak Allah vardır) isbatı esnasındaysa, ilahî cezbelerin doğuşudur. Bu hal, (ledünnî) ilim mertebelerinin ilkidir.

3- Vukûf-i Kalbî: Kalbi uyanık tutmak ve kalpte olanı bilmektir. Bu da kendi içinde iki kısımdır:

a) Kalbin yaptığına vakıf olması; zikreden, zikrini yaparken kimi zikrettiğine yakinen muttali olmalıdır.

b) Zikreden kimsenin, zikir esnasında kalbini mülahaza etmesidir. Yani haline, zikirle iştigaline ve zikrin mefhumunu (manasını) mülahaza ettiğine muttali olarak, kalbinde gaflete kesinlikle yol bırakmamaktır. Vukûf-i Kalbi'yi kısaca; “Zikrettiği sözlerin manasını düşünerek ve şuurunda olarak zikir etmektir” diye de tarif edebiliriz.

4- Huş-der Dem: Yani alınıp verilen nefese dikkat etmek. Büyükler katında bu cümleden murad olan mana şöyledir: Aklı başında bir salik, alıp verdiği nefeslere dikkat etmeli, onları gafletten korumalıdır. Böyle yaptığı takdirde; kalben, Allah-u Zülcelâl ile huzurda olur. Zikir yapan kişi zikri esnasında gafletten sakınmalı ve zikrini yaptığı zatı mülahaza etmelidir. Bu mülahaza ise kişiyi yaptığı zikrin esas tecellisine götürür.

5- Nazar-ber Kadem: Manası "gözler ayakta" demektir. Müride yakışan odur ki, yürürken gözleri ile ayaklarını izleye. Ta ki, etrafa dalmaya. Sebebi, etrafa dalmak, kalbe hicap (perde) getirir. Şu muhakkak ki kalbi örten perdelerin pek çoğu, ona resmedilen suretlerden (resimlerden) ötürüdür.

Sebebi ise temiz kalpler, cilalı aynalara benzerler. Katı kalplerde bulunan kötü huyların, bozucu düşüncenin baskısını hemen alır. Bu alış; özellikleri anlatılan kimselerin yüzüne mücerred nazarla da (sadece bakmak) olur.

Bu bakış, yukarıda anlatıldığı gibi olmayıp şöyle de olabilir: Baktığı zaman, nazarı güzel yüzlere takılır; bu yüzden de fitneye düşer. Gerçekten böyle bir nazar, şeytanın oklarından biridir, kime saplansa, Allah-u Zülcelâl’in yolundan saptırır. (Sadece yüze bakmak böyleyken, harama bakmak insana nasıl zarar verir düşünülmelidir!..)

6- Sefer-der Vatan: Kelime manası; herhangi bir şahsın, bir beldeden, başka bir beldeye gitmesidir. Tasavvufi manada ise salikin kendini yetiştiricek bir mürşid araması ve ikinci mana olarak da, salik bir mürşide intisab ettikten sonra, mürşidinin emirleri doğrultusunda zahiren ve batınen Allah-u Zülcelâl'e yönelmesi, hicret etmesidir.

7- Halvet-der Encümen: Halvet; sülûk ehlinin ibadet için yalnız kalacağı bir mekan manasına gelir. Encümen ise insan topluluğudur.

Sadat-ı Kiram katında ise mana şudur; salike yakışan, kalben Allah-u Zülcelâl ile huzurda olup halk içinde olduğu halde, onlardan ayrı gibi yaşamasıdır.

Murad olan mana, yukarıdaki gibi olunca, cümlenin manası; "murakabe" olur. Yani günlük yaşantısı içerisinde işi ile uğraşırken, yakınları ile beraberken, halk içerisinde herhangi bir şey ile meşgul iken, zâhirinin halk ile görünmesi, batının ise Allâh-u Zülcelâl'den bir an dahi gafil olmamasıdır.

Allah-u Teala bu manaya işaret edip ayet-i celilede şöyle buyurmuştur: "Öyle erlerdir ki; onları ticaret, alış-veriş Allah'ı anmaktan alıkoymaz." (Nûr; 37)

İşte bu tür "halvet" Nakşibendî yoluna hastır. Nitekim bu yolun erbabı, (diğer tarikatlardaki gibi) zâhirî olarak halvete çekilmezler. Bunların halveti, insanlar arasında bâtınî halvettir.

8- Yad-Kerd: Kelime manası ‘zikretmek’ demektir. Sadat katında kasdedilen mana şöyledir; mürid murakabe mertebesine erdikten sonra, "Nefy-i isbat" yani: "La ilahe illallah," zikrini belli bir miktar dille yapmalıdır. Mesela üçyüz, beşyüz, yani mürşidinin emrettiği kadar.

Burada da anlatılan "Nefy-i İsbat" zikrinin bu mertebede dille yapılması şart sayılmıştır. Zira, kalpler anasıra (unsurlar) bağlı olduğundan, anasır gibi paslanır. Anlatılan "Nefy-i İsbat" zikri yapılınca, pası gider. Murakabe mertebesine çıkar, müşahede mertebesine erer.

9- Baz-Keşt: Kelime manası; ‘rücû’ (dönüş) demektir. Ancak, Sâdât katında murad olan mana başkadır.

"İlâhî ente maksûdî ve ridâke matlûbî" (Allahım, maksudum sensin; matlubum rızandır) cümlesinin tehayyülü (hayal edilmesi), "Nefy-i İsbat" zikrinin manasını kalbe yerleştirir. Zikri yapan kimsenin kalbine tevhid sırrını getirir. Böyle yaptığı takdirde, bütün yaratılmışların varlığı nazarında silinir, zuhur yerlerinde, mutlak vahid olan Zat'ın varlığı kendisine zahir olur.

10- Nigah-Daşt: Kelime manası ‘korumak’tır. Sadat katında kalbi havâtırdan korumaktır. Hâvâtır altı çeşittir:

a) Hevâcis: Nefis yönünden kalbe gelenler.
b) Vecâis: Şeytan tarafından kalbi ve dimağı meşgul edenler.
c) İlhâmat: Melek yönünden gönüle gelenler.
d) Vâridat: Canib-i Hak'dan gelenler.
e) Suver-i Kâinat: Bünyenin hisleri canibinden canın istekleri.
f) Ma'kulat: Akıl yönünden gelenler.

Müride düşen odur ki; zikrini yaptığı zaman, "Nefy-i İsbat" manasını düşünerek, kalbine sahip olsun. Böyle yapmalı ki; oraya yersiz hatıralar girmesin. Oraya yersiz hatıralar girince, zikrin neticesi hasıl olmaz.

11- Yad-Daşt: Zikreden kimseye gereken: Zikrini ettiği Zât’ın zikri anında, kalbini huzurda tutarak korumaktır ki bu, "Nefy-i İsbat" zikrini nefesini tutarak yaptığı zaman olacaktır.

Denildi ki; her halde, devamlı olarak, kalbi Allah-u Zülcelâl'in huzurunda bulundurmaktır. Böyle olunca, murâkabe ile aynı manaya gelir.

Netice olarak, mürid şunu bilmelidir ki zikir, murâkabe, sohbet, râbıta ve Yad-Daşt diye anlatılanlardan hasıl olan huzur manası, hakikatte birdir. Kaldı ki huzur, Zat-ı Ehadiyet nurlarını müşahededen ibarettir; ancak şekilleri değişiktir. Bu değişik durumu ise ancak havâs zümresi zatlar bilirler.
 


Yüce Mevlâmız, Hace Abdülhàlik-ı Gücdevânî Hazretleri'nin makamını âli eylesin, ahirette himmet, bereket ve şefaatlerine bizleri nâil eylesin. Amin.

Yorum Gönder

 
Top