Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden. Tebe-i tâbiînden olup, Basra'da yaşamıştır. Künyesi Ebû Beşr el-Basrî'dir. Doğum ve vefât târihleri kesin olarak bilinmemektedir. 793 (H. 177) veya 802 (H. 186)'de, bir rivayete göre de 805 (H. 189) senesinde vefât etmiştir.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri, Tâbiîn devrinde meşhûr hadîs ve fıkıh âlimleri olan, Ebû İshâk, A'meş, Hasan-ı Basrî, Âsım'ül-Ahval, Sâlih bin Han, Amr bin Meymûn, Ebû İshak Şeybânî gibi âlimlerin sohbetlerinde bulundu. Onlardan hadîs ve fıkıh öğrenerek bu ilimlerde söz sâhibi oldu. Tebe-i tâbiîn devrinde Basra'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinin ileri gelenleri arasında yer aldı. Zamânını ilim öğrenmekle ve ibâdet yapmakla geçirdi. Senelerce sabah namazını yatsı namazı abdestiyle kılıp, geceleri uyumamıştır. Duâsı çok makbûldü. Hadîs ilminde sika, sağlam güvenilir bir râvi olduğunu bir çok âlim ile Yahyâ bin Saîd bildirmektedir. Rivâyetleri "Kütüb-i Sitte'de" yer alır.
Öğrendiklerini insanlara öğretmeye çalışırdı. Cumâ namazından sonra evinin çevresi hadîs ve fıkıh öğrenmek isteyen talebelerle dolardı. Bıkıp, yorulmadan saatlerce ders verir ve onların yetişmelerini isterdi. Bir dakikasının boşa geçmesini istemez, ya öğrenir yâhut da öğretirdi. Derslerine sâdece namaz vakitlerinde ara verdiğini talebeleri anlatmışlardır.
Abdülvâhid bin Zeyd çok talebe yetiştirdi. Hadîs ve fıkıh ilminde zamanlarının söz sâhibi olan Abdurrahmân bin Mehdî, Kays bin Havs, Yahyâ bin Yahyâ en-Nişâbûrî gibi âlimler onun ders ve sohbetleri sâyesinde yetiştiler.
Abdülvâhid bin Zeyd, dünyâya değer vermemesi, devamlı ibâdet ve ilimle meşgul olması, herkese iyilik etmesi ile dikkati çekerdi. İnsanlar onu sever ve hürmet ederdi. Yaşayışı ve hikmetli sözleriyle pek çok kimsenin doğru yola girmesini sağlamış, herkese örnek olmuştur.
Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri yaşadığı ibret verici hadîselerden bâzılarını, insanlara nasîhat ve ders olması bakımından nakletmiştir. Şöyle anlatmıştır:
Bir rahibin odasının yanına yaklaşıp, ey râhip diye çağırdım. Fakat cevap vermedi. Üçüncü defa çağırışımda başını uzatıp:
"Ey kişi ben rahip değilim. Rahip, Allahü teâlâdan korkan, O'na saygı gösteren, belâsına sabredip, kazâsına râzı olan, nîmetlerine şükredip onun için tevâzu gösteren, izzet karşısında zilleti kabûl eden, kudretine teslim olup, heybet ve azameti karşısında eğilen, hesap ve azâbını düşünen, gündüzünü oruç, gecesini ibâdetle geçiren, Cehennem'i hatırladıkça uykusu kaçan kimseye denir. Ben ise saldırgan bir köpeğim. İnsanlara zararım dokunmasın diye kendimi buraya habsettim." dedi.
Bu sözleri üzerine şöyle sordum:
"Allahü teâlâyı bildikten sonra insanları Allahü teâlâdan uzaklaştıran şey nedir?"
"Kardeşim! İnsanları Allahü teâlâdan ancak dünyâ malı ve sevgisi uzaklaştırır. Çünkü dünyâ isyan ve günah yeridir. Aklı başında olan dünyâyı kalbinden çıkarıp, günahlarına tövbe ederek kendisini Allahü teâlâya yaklaştıracak şeye yönlendirir." diyerek daha önce kendisinin îmân ettiğini söyledi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Hacca gitmiştim. Yanımda bir genç durmadan Peygamber efendimize salâtü selâm getiriyordu. Bâzı yerlerde okunması daha uygun duâlar olduğu halde, genç her yerde duâ yerine salevât okuyordu. Dikkatimi çekti ve kendisine sordum. Genç şöyle dedi:
Babam ile birlikte hacca gitmiştik. Yolda uyudum. "Kalk baban öldü." dediler. Kalktım gerçekten babam ölmüştü. Aynı zamanda yüzü de kararmıştı. Ölümü ve ayrıca yüzünün kararması beni daha da üzdü. Bu üzüntü ile tekrar uykuya daldım. Bu sırada rüyâmda siyah yüzlü dört kişi ellerinde demir kamçılar olduğu halde, babama yaklaştılar. Tam vuracakları zaman nur yüzlü bir zatın geldiğini, onlara dönerek; "Vurmayın!" dediğini, eli ile de babamın yüzünü sıvazlayarak nûrlandırdığını, sonunda bana; "Artık uyan, baban nûrlanmıştır." diye söylediğini gördüm. "Sen kimsin?" diye sorduğumda, "Ben Peygamberim, bana salevât getirdiği için ona şefâat ettim." dedi. Uyandım, söylendiği gibiydi. Bu sebeple ben de salevât-ı şerîfeyi devamlı okuyorum.
Şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa çıkmıştık. Şam'a doğru bir müddet yol aldıktan sonra siyah renkli bir köleye rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye:
"Senin sâhibin kimdir?" dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında, benim asıl sâhibim Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce Rabbim! Şu odunlar altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar altın olmuş!
Bize bakıp; "Görüyorsunuz değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik.
Sonra tekrar; "Allah'ım bu altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul olunup tekrar odun halini aldı.
Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb Sahtiyânî de şöyle demiştir:
"Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve son derece mahcub olup utandım."
Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var mı?" dedim.
Bu sözüm üzerine eliyle işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi. Balın rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha tatlı ve lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize:
"Allahü teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı şaşarsa, Allah'tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple ibâdet ederse, şüphesiz o da câhildir." dedi.
Yine şöyle anlatmıştır:
Bir defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım. Nereden gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı. Bana yaklaştı; "Ey garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra:
"Allahü teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O'nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi. Sonra da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü." dedi.
Asânın ucundan tutup önünde yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi Mescid-i Aksâ'da buldum. Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış görüyorum, nasıl olur?" dedim.
Bunun üzerine bana yol gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de âriflerin yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak gidene nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Hizmetlerimi görmesi için bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat geceleri kapılar kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana üzeri işlenmiş bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince:
"Efendim, ben size her gün böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest bırakmanızı istiyorum." dedi.
O günden sonra her gece evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi. Aradan bir müddet geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor, kefen soyuyor." dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim. Kapıları kilitledim, akşam oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere kalktı. Tâkib ettim, kapalı kapılara işâret edince, kapılar açılıveriyordu. Evden çıktı. Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib ettim. Kurak bir yere vardı. Elbisesini çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz kıldı. Sabaha doğru şöyle duâ etti:
"Ey yüce sâhibim! Efendime götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten üzerine bir dirhem düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp abdest aldım ve iki rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden dolayı tövbe edip, Allahü teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye, serbest bırakmaya karar verdim. Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu sebeple çok üzüldüm ve kederim gittikçe arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi olduğunu bilmiyordum. Bir müddet sonra karşıma kırata binmiş biri dikildi ve; "Ey Abdülvâhid! Burada ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan sona anlattım. Atlı; "Senin bulunduğun bu yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir? Biliyor musun?" dedi. "Hayır bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli giden bir süvâri için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden ayrılma. Kölen bu gece yanına dönecek dedi."
Oturup bekledim, ortalık kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra vardı. Sofranın üzeri her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!" dedi.
O benzerini görmediğim yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup, duâ etti. Sonra birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem bana dönüp;
"Efendim, siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden bir taş alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın oldu. Sonra ayrılıp gitti. Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini çektim.
Bu hadiseyi komşularıma anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım onun kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı pişman olup, tövbe ettiler.
Abdülvâhid bin Zeyd şâhid olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir defâsında gazâya niyet ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; "Allah yolunda savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi: 111) buyrulan âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası vefât etmiş, kendisine pekçok mal kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim, Allahü teâlâ mü'minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât: "Evet, Allahü teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük bir azim ve kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı Allahü teâlâya sattım."
Bu sözlerini dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen küçüksün. Korkarım ki, sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun üzerine, genç; "Ey Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allahü tealâ için fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi. Sonra bütün malını sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz onun bu haline hayrandık. Tâ ki, Rum diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç kendinden geçmiş ve hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale gelmişti ki, herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün onu yanıma çağırıp; "Bu söylediğin sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle anlattı:
Bir gün uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve kenarında da güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli anlatmam mümkün değildir. Beni görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir, biz onun hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka bahçe gördüm. İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir kenarında, benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı. Onların güzelliğine hayrân oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu gelen Aynâ-yı merdiyyenin zevcidir." dediler. Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye sizin aranızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun hizmetçileriyiz." dediler.
İlerledim. Bir Cennet ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler vardı. Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana selâm olsun ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum. "Biz onun hizmetçileriyiz, daha ileri git." dediler.
İlerledim. Saf bal akan bir ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu hûriler güzellikte öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve; "Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde olduğunu söylediler. İlerledim. İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü bir hizmetçi bekliyordu. Beni görünce; "Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri; inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftûn oldum. Bana:
"Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın, henüz vakit var. Yarın gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra birdenbire uyandım. O güzelliğe ve nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi. Büyük bir yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu teslim edip, şehîd oldu.
Fudayl bin İyâd hazretleri buyurdu ki:
"Bana Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri şöyle anlattı:
Üç gece üst üste şöyle duâ ettim: "Yâ Rabbi! Benim Cennet'teki arkadaşım kimdir, göster." Üçüncü gece rüyâmda bana denildi ki: "Yâ Abdülvâhid! Senin Cennet arkadaşın Meymûnetü Sevdâ'dır." "O şimdi nerededir?" dedim. "Kûfe'de ve falan kabîledendir, denildi.
Hemen Kûfe'ye gittim, tarif edilen kabîlenin yerini sorup buldum ve; "Meymûnetü Sevdâ nerededir?" diye sordum.
"O delinin biridir, koyunlarımızı güder." dediler.
"Onu görmek istiyorum." deyince de; "Falan yerde bir han var. O hanın yanında bulursun." dediler.
Târif edilen hanın yanına varınca onun, namaz kıldığını gördüm. Yanında bir asa ve üzerinde yünden bir cübbe vardı. Baktım ki koyunları otluyor ve hayvanların yanında da birkaç kurt dolaşıyor. Beni fark ettiğinde namazını bitirip, bana dönerek; "Ey İbn-ü Zeyd, sen buradan git, burası senin yerin değildir. Biz seninle burada değil sonra birleşeceğiz." dedi. Bunun üzerine ben ona; "Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen benim İbn-ü Zeyd olduğumu nereden bilirsin?" dedim. "Daha rûhlarımız dünyâya gelmeden ben senin İbn-ü Zeyd olduğunu bilirdim." dedi. "Biraz nasîhat eder misin?" deyince; "Bir kimse sana bir şey verdiği zaman ona nasıl teşekkür edersin. Halbuki Allahü teâlânın verdiği bu kadar nîmete karşılık neden şükredilmiyor. Sana iyilik edene o iyiliği veren ve yaratan yine Allahü teâlâdır. Ona göre bütün hamd ve şükürleri Allahü teâlâya yapmak lâzımdır." dedi. Sonra; "Koyunların arasında dolaşan kurtlar, nasıl olur da zarar vermeden gezerler?" diye sordum.
"Ben Allahü teâlâya öyle ibâdet ederim ki, benimle onun arasında hiçbir duvar kalmamıştır. Bunun için kurtlarla koyunların arasındaki düşmanlık kalkmış ve dostluk başlamıştır." diye cevap verdi.
Abdülvâhid bin Zeyd'in en büyük özelliği; Allahü teâlâya karşı olan kusurlarından dolayı çok üzülmesiydi. "Bütün insanlığın yaptığı ibâdet kadar ibadet yapsak Allahû Teâlâ'nın bize verdiği nîmetlere karşı gene şükrü yerine getiremeyiz." derdi.
Muhammed bin Abdullah buyurdu ki:
Ben bir defâsında, Abdülvâhid bin Zeyd hazretlerinin; "Kim mîdesini haramlardan koruyabiliyorsa, o kimse dînini ve güzel ahlâkını muhâfaza edebilir. Kim de karnını haramlardan koruyamıyorsa, o kişi ne dînini ne de güzel ahlâkını muhâfaza eder." dediğini işittim.
"Muhakkak ki her şeyin bir kestirme (yakın) yolu vardır. Cennet'in kestirme yolu da cihâd yapmaktır."
"Kul için ancak bilerek ve huzur içinde kıldığı namazın sevâbını alacağında, İslâm âlimleri ittifak etti."
"Eğer nefsinizde Allahü teâlâya karşı yaptığınız ibâdetlerde bir isteksizlik ve tembellik hissederseniz, bir süre kuvvetli ve iyi yemekleri yemeyi bırakınız. Gıdânız tuz ve ekmek olsun. Oruç tutunuz. Bu şekilde yapmanız vücudunuzdaki bazı yağları ve fazlalıkları erittiği gibi Allahü teâlâyı hatırlamanızı arttırır."
"Dîni bütün ve vakar sâhibi olan kimselerle olunuz. Çünkü onların meclislerinde, toplantılarında kötü, çirkin, ahlâka ve vakara sığmayan şeylerden bahsedilmez."
"Kulun Allahü teâlâya karşı takınacağı en güzel edep hali, O'nun emirlerine tereddütsüz boyun eğip itâat göstermesidir. Allahü teâlâ onu bu haliyle dünyâda bırakırsa, bunu en hayırlı ve sevimli şey kabul etsin. Şayet rûhunu alıp, âhirete götürürse (rûhunu alırsa), bunun da Allahü teâlânın emri olduğunu bilsin ve bu da kendisine hoş gelsin."
O BENİ ZÂYİ ETMEZ!..
Abdülvâhid bin Zeyd şöyle anlatır:
Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık. Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi. İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. "Neden bu puta tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.
"Siz kime taparsınız?" diye sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahû Teâlâ'ya ibâdet ederiz." dedim.
"Bunu size kim bildirdi?"
"Allahû Teâlâ bize kerîm bir peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber nerededir?"
"Bize Allahû Teâlâ'nın gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti. Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan hiçbir alâmet kaldı mı?"
"Evet O, Allahû Teâlâ'dan bir kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda geçen bu konuşmadan sonra:
"O kitâbı bana gösterin." deyince Kur'ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu okumasını bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!" diyerek hemen müslüman oldu. Ona Kur'ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı namazını kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti. Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de sıkıntı çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi. "Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe illallah. Ben daha önce bu adada iken, puta tapardım. Allahû Teâlâ'yı bilmezdim, fakat O beni zayi etmedi, korudu. Şimdi ise O'nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.
Üç gün sonra onun hastalanıp yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir isteğin var mıdır?" dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.
Bu görüşmemizden bir gün sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Bahçenin üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında da bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne güzeldir!" (Ra'd sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.
HAKÎKÎ MÜMİN
Abdülvâhid bin Zeyd Tebe-i tâbiînden,
Basra denen beldede, yetişen âlimlerden.
Hazret-i Abdülvâhid bin Zeyd'in yanında,
"Mümin nasıl olmalı?", diye sorduklarında,
Buyurdu ki: "Allah'tan, korkup, benzi sararır,
Kaçınır haramlardan, emirlere sarılır.
Düşünür mahşerdeki, verecek hesâbını,
Titrer, hatırladıkça, Cehennem azâbını.
İşlemiş bulunduğu, günahlar sebebiyle,
Ayıplar kendisini, uğraşır nefsi ile.
Bir sözü söylemeden, düşünür, ölçer, biçer,
Hayırlı değil ise, söylemekten vazgeçer.
İşlediği günahlar, öyle üzer ki onu,
Göremez başkasının, ayıp ve kusurunu,
Bu, öyle kişidir ki, elinden ve dilinden,
Yanında bulunanlar, zarar görmez katiyyen."
Abdülvâhid bin Zeyd, çok mübârek zât idi,
Günahını düşünüp, devamlı ağlar idi.
Derdi: "Hak teâlâya, günboyu secde etsek,
Mümkün olmaz yine de, O'na tam şükreylemek."
Bir kimse, kendisinden, nasîhat isteyince,
Buyurdu ki: "Şükreyle, kuvvetin yettiğince,
İnsanlardan birisi, iyilik yapsa sana,
Nasıl memnun kalırsın, yaptığı bu ihsâna,
Halbuki o, bir kuldur, zavallı ve âcizdir,
Her ihsânın sâhibi, elbette Rabbimizdir.
Çünkü O, insanlara, vermese güç ve kuvvet,
Hiç kimse, hiç kimseye, ihsân edemez elbet."
1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.6, s.155
2) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.6, s.434
3) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.258
4) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.7, s.289
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.108
6) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.2, s.311,315,319
7) Tabakât-ül-Evliyâ (İbn-i Mülakkın); s.183
8) Tabakât-ı Ensârî; s.111
9) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.287
10) Ravd-ur-Reyyâhîn; s.29,30,42,87,104,155,183, 235,236
Cenâb-ı Allah, Abdûlvâhid bin Zeyd Hazretleri'nden razı olsun ve makâmını yüceltsin, alî eylesin. Bizleri de şehitlik ve şehidelik makâmıyla müjdelesin. Bu mübarek Allah Dostları'nın himmet, bereket ve şefaatlerine nâil eylesin bizleri... Amin.
Yorum Gönder