İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfde; “Benden sonra
peygamber gelseydi, Ömer bin Hattâb peygamber olurdu.” buyurarak
methettiği ve Hazreti Ebû Bekr’den sonra insanların en üstünü olan
Hazreti Ömer’in soyundan olup, yirmidokuzuncu torunudur. Yine hadîs-i
şerîfde; “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının peygamberleri gibidir.”
buyurularak bildirilen, ilmini nübüvvet kaynağından alan ve “Ulemâ-i
râsihîn” denilen âlimlerin en meşhûrlarındandır.
Babası
ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimleri, sâlih ve faziletli
kimseleri idiler. Babası Abdülehad zâhirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş,
tasavvuf hâllerinde kemâl derecede büyük bir âlim ve mürşid-i kâmil idi.
Gençliğinde ilmi yaymak, insanlara hizmet etmek, doğru yolu göstermek
için seyehat ettiği sıralarda, Hindistan’ın meşhûr kasabalarından
Skendere’ye gitmişti. O memleketin asîl bir ailesine mensûb sâliha bir
hanım, firâsetiyle Abdülehad’ın mübârek bir zât olduğunu anlayıp, ona;
“Kendi kucağımda terbiye edip büyüttüğüm, iffet ve ismet cevheri bir kız
kardeşim vardır. Böyle sâliha bir kızın sizinle nikahlanmasını arzu
ediyorum. Ümid ederim ki bu ricamı kabûl edersiniz” diye haber
göndermişti. Abdülehad bir müddet düşündükten sonra teklifi kabûl edip, o
kızla nikahlandı. Bu evliliklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğdu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin memleketi olan Hindistan’ı ilk fetheden, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin onbeşinci dedesi olan Ferruh Şâh’dır Ferruh Şah,
Kabil sultanlarının büyük vezirlerinden ve kumandanlarından olup, Gazne
ve Kabil taraflarından gelip Hindistan’a yerleşmiş idi. Serhend
(Sihrind) şehrini de ilk kuran Sultan Firûz Şâh’dır. Sihrind, siyah
arslan demektir. Çünkü, bu şehrin yeri önce arslanlar ormanı idi.
Yakınında şehir yoktu. Daha sonraları burası îmâr edilip, güzel bir
şehir kuruldu, İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduğunda, Serhend şehri,
Hindistan’ın meşhûr bir şehri ve bulunduğu havâlinin merkezi hâline
gelmiş idi. Babası Abdülehad, o beldenin tanınmış âlimlerinden ve meşhûr
evliyâsından idi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri
çocukluğunda şiddetli bir hastalığa tutulmuştu. Evlerinde büyük bir
üzüntü hâsıl olup, vefât edeceğini zannetmişlerdi. O zamanın meşhûr
evliyâsından Şah Kemâl Kihtelî Kâdiri’ye götürüp duâsını istediler. Şah
Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî’yi görünce büyük bir hayranlıkla bakarak
babasına; “Hiç üzülmeyiniz. Bu çocuk çok yaşayacak, ilmiyle âmil, büyük
bir âlim ve eşsiz bir ârif olacak” demiş ve çocuğun elinden tutup,
ağzından öpmüştür. Muhabbetle sarılmalarından dolayı, Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin feyzi ve nûru, mübârek vücûdunu kaplamıştır.
Şah
Kemâl Kadirî, İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çok güzel ve büyük
müjdeler vermiştir. İmâm-ı Rabbânî yedi-sekiz yaşlarında iken Şah
Kemâl-Kâdirî vefât etmiştir. İmâm-ı Rabbânî daha sonra bu zâtı ve
kendisini götürdükleri evini de hatırlamıştır.
Yine
bir defasında İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) gençliği sırasında, çok
zayıf düşüp hastalanmıştı. Zafiyetinin çokluğunu ve hastalığının
şiddetini gören hanımı çok üzüldü. Abdest alıp iki rek’at hacet namazı
kıldı. Ağlayarak ihtiyâç içinde yüzünü yerlere sürdü. Bu ağlama
esnasında uyudu. Rü’yâda birisinin; “Hiç üzülme, bu zât daha çok
yaşayacaktır, bizim onunla çok büyük işlerimiz vardır. Öyle ki, o
işlerin binde biri daha zuhur etmemiştir” dediğini duydu. İmâm-ı Rabbânî
o hastalıktan hemen kurtuldu. Sonra hocası Muhammed Bâkî-billah’ın
sohbetine kavuştu.
Tahsili: İmâm-ı Rabbânî
hazretleri ilk tahsiline, babasından ders alarak başladı. Babasından
okuyup Arapçayı öğrendi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sesi
güzel olduğundan, Kur’ân-ı kerîmi bülbül gibi okurdu, ilminin çoğunu
babasından, bir kısmını da zamanının meşhûr âlimlerinden öğrendi.
Babasından ders aldığı sırada, çeşitli ilimlere âit küçük kitapları
ezberledi. Babasından aldığı dersleri tamamlayınca, Siyalkut şehrine
gidip orada, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, o zamanın en meşhûr âlimi
Mevlânâ Kemâleddîn Keşmîrî’den aklî ilimlerin bir kısmını gayet iyi bir
şekilde öğrendi. Mevlânâ Kemâleddîn ( radıyallahü anh ), meşhûr âlim
Abdülhakîm-i Siyalkûti’nin de hocası olup, zamanının en yüksek âlimi
idi. Ba’zı hadîs kitaplarını da Şeyh Ya’kûb-ı Keşmîrî’den okudu. Âlim-i
Rabbânî Kâdı Behlûl-i Bedahşânî’den hadîs, tefsîr ve ba’zı usûl
ilimlerinde icâzet (diploma) aldı. Onyedi yaşında iken tahsilini
tamamlayıp, aklî ve nakli, fürû’ ve usûl ilimlerinin hepsinden icâzet
aldı. Tahsili sırasında, Kadirî ve Çeştî büyüklerinin kalblerindeki feyz
ve lezzeti babasından aldı. Babası hayatta iken, zâhirî ve bâtınî
ilimleri talebelere öğretmeye başladı. Bu sırada;
“Risâlet-üt-tehlîliyye”, “Redd-i revâfid”, “İsbât-ün-nübüvve” adlı
eserlerini yazdı. Edebiyata çok meraklı olup, fesahati ve belagatı,
sür’at-i intikâli, zekâsının şiddeti herkesi hayrette bırakıyordu. Daha
sonra da, Vâhidî’nin; Besît, Vesît, Esbâb-ı nüzûl gibi eserlerini, Kâdı
Beydâvî’nin; Envâr-üt-tenzîl, Menhâc-ül-vüsûl, Gâyet-ül-kusvâ ve diğer
eserlerini, İmâm-ı Buhârî’nin; Câmi’us-Sahîh, Sülâsiyyât,
Edeb-ül-müfred, Efâl-i ibâd, Târih ve diğer eserlerini, Tebrîzî’nin
Mişkât-ül-mesâbîh’ini, Tirmizî’nin Şemâil’ini, İmâm-ı Süyûtî’nin
Câmi’us-sagîr’ini ve müselsel hadîs rivâyeti icâzetini Kâdı Behlûl-i
Bedehşânî’den aldı.
Bu kadar ilmi ve herkesin
üstünde kemâli ile birlikte kalbi, Ahrâriyye (Nakşibendiyye)
büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu.
Babasının vefâtından, bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den
yola çıktı. Bu yolculuğunda Delhi’ye varınca, orada tanıdıklarından ve
Muhammed Bâkî-billah’ın (kuddise sirruh) talebelerinden olan Mevlânâ
Hasen Keşmîrî ile görüştü. Mevlânâ Hasen Keşmîrî, onu hocasının huzûruna
götürüp, tanıştırmak istedi ve şöyle dedi: “Bugün Ahrâriyye yolunda bu
ülkede başka böyle büyük bir zât yoktur. Talibler onun bir nazarıyla
öyle şeylere kavuşuyorlar ki, günlerce çekilen çileler ve çeşitli
riyâzetlerle buna kavuşamazlar.”
İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, daha önce babası Abdülehad’dan da, Ahrâriyye yolunun ve bu
yolda bulunanların şânını ve kıymetini duymuştu. Bu yolun büyüklerinin
kitaplarını okuyup onların güzel hâllerini bildiği için; “Bu Hicaz
yolunda, böyle büyük bir âlimden, bu büyükler yolunun zikr ve
murâkabesini almaktan daha iyi ne olur?” diyerek Muhammed Bâkî-billah’ın
huzûruna gitti. Huzûruna girince kalbinde bir nûr parladı. Mıknatıs
iğneyi çeker gibi çekildi. Şimdiye kadar duymadığı, bilmediği şeyler
kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeği niyet etti ise de,
kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzûruna
gelip Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini bildirdi. Hizmetinde kaldı.
Edeble, can kulağı ile sözlerine ve hâllerine bağlandı. Ya’nî Kâ’beye
gitmekten vazgeçip, Kâ’be sahibini talep etti. Yüksek kabiliyeti ve
bütün varlığı ile çalışıp, bütün kemâlât kendisinde hâsıl oldu.
Üstadının da lütfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen
hâllere kavuştu. Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı Rabbânî’nin daha birkaç
gün geçmeden yükselmeye başladığını ve üzerindeki irşâd eserlerini
görünce, husûsî odasında, ona birkaç sene önce şâhid olduğu hâdiseleri
şöyle anlattı: “Yüksek üstadım Hâcegî Muhammed İmkenegî (kuddise sirruh)
bana şöyle emretti: “Hindistan’a git, orada senin sayende, bu yüksek
yola büyük rağbet olacak ve bu yol revaç bulacak.” Ben kendimi bu işe
lâyık görmeyip, özür diledim, istihâre etmemi emretti. Rü’yâda gördüm ki
bir papağan, bir dal üzerinde oturuyordu. Ben de kalbimden şöyle niyet
ettim: “Eğer şu papağan o daldan iner, elime konarsa, bu seferde bize
çok şeyler nasîb olacaktır.” Böyle düşünürken, o papağanın uçup, elime
konduğunu gördüm. Ben ağzımın suyunu onun gagasına akıttım. O papağan da
ağzıma şeker verdi. O sabah, gördüğüm rü’yâyı Hâcegî Muhammed
İmkenegî’ye arzettim. Buyurdu ki: “Papağan. Hindistan kuşlarındandır.
Hemen Hindistan’a gidiniz. Orada sizin bereketli irşâdınızla bir azîz
yetişecek, bütün dünyâ onun nûruyla dolacak. Hattâ siz de ondan
nasîbinizi alacaksınız.”
Muhammed Bâkî-billah
(kuddise sirruh) diğer bir hâdiseyi de şöyle anlatmıştır: “Hocam
İmkenegî’den (kuddise sirruh) icâzet alıp Hindistan’a dönüyordum. Sizin
bulunduğunuz Serhend şehrine gelmiştim. Rü’yâda bana; “Sen bir kutbun
civarındasın” dediler ve kutb olan zâtın şemailini gösterdiler. İşte
siz, o zâtsınız.” “Yine Serhend’den geçerken, gördüm ki, göklere kadar
yükselen bir meş’ale yanmış, şarkdan, garba kadar bütün dünyâ, bu
meş’alenin ışığından aydınlanıyordu. Bu meş’alenin ziyasının gittikçe
arttığını, birçok insanların bundan kendi mumlarını yaktıklarını
müşâhede ettim. Bu rü’yâyı, sizin dünyâya geleceğinize bir müjdeci, bir
işâret biliyorum.”
Sohbetinde kaldığı bu iki-üç
ay içinde, Allahü teâlânın yardımıyla Hâce Bâkî-billah’ın İmâm-ı
Rabbânî hakkında bereketli nazar ve terbiyeleri öyle bir semere verdi
ki, kalem dil olsa, dil kalem olsa, bunu yazmaktan ve söylemekten âciz
kalırlar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, daha sonra
hocasının mahdûmlarına gönderdiği bir mektûpta şöyle buyurmuştur:
“Yüksek üstadımın, beni dünyâ ve âhıret ni’metlerine kavuşturan kıymetli
hocamın sevgili yavruları! Biliniz ki, herşeye muhtaç olan bu zavallı
kardeşiniz, tepeden tırnağa kadar, o yüksek babanızın sadakaları ve
ihsânları içinde yüzüyorum, insanlığın elifbasını ondan öğrendim.
Yükseklikleri haber veren kelimeleri ondan okudum. Herkesin senelerce
çalışarak kazanabildiği dereceler, onun huzûrunda, terbiyesi altında, az
zamanda elime geçti, insanlara meziyet, üstünlük veren bütün kıymetler,
ona hizmetimin ikramiyesi olarak üzerime serpildi. Hiçbir işe yaramıyan
ve insanlıktan haberi olmıyan bu zavallı, onun nurlu bakışları altında,
ikibuçuk ay içinde olgunlaşarak, büyüklerin yoluna katıldı. Onların
Allahü teâlâya olan yakînliklerine kavuştu. Böyle az bir zamanda,
tasavvufu tatmış olanların, tecelliler, zuhurlar, nûrlar, hâller ve
keyfiyetler diye anlatmak istedikleri gizli kazançlar, babanızın parlak
kalbindeki deryanın damlaları olarak önüme saçıldı. Bunlardan hangi
birini anlatayım. Onun, lütf ederek, acıyarak mübârek gönlünü bu fakire
çevirmesi ile, tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık),
ma’iyyet (beraberlik), ihata (her tarafı kaplamak), sereyân (her zerrede
bulunmak) gibi sözlerle, anlatmak istedikleri ma’rifetlerden, ince
bilgilerden ele geçmiyen, hemen hemen birisi kalmadı. Bunların
içlerinden, özlerinden bildirilmedik bırakılmadı...”
Hâce
Muhammed Bâkî-billah, zamanının âlimlerinin büyüklerinden ba’zı
ahbabına yazdığı mektûplardan birisinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden
bahsederek buyurdu ki: “Serhend şehrinden bir genç geldi, ilmi pekçok.
Her hareke’ti ilmine uygun. Birkaç gün bu fakirin yanında bulundu. Onda
çok şeyler gördüm. Dünyâyı, nurla dolduracak bir güneş olacağını
anlıyorum. Akrabası ve kardeşlerinin hepsi de pırlanta gibi, kıymetli ve
âlim yiğitler! Onların da, az zamanda, ne cevherler olduklarını
anladım. Hele Ahmed’in oğulları da var ki, her biri, Allahü teâlânın
birer hazinesidir.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
Muhammed Bâkî-billah’ı tanıdıktan sonra, edeple ve can kulağı ile bu
hocasının sözlerine ve hâllerine bağlandı. Yüksek kabiliyeti ve bütün
varlığı ile çalışıp, hocasının da lütfu ve himmeti ile, iki ay içinde
kimsede görülmeyen hâllere kemâlâta ve üstünlüklere kavuştu. Birkaç ay
sonra, hocası Muhammed Bâkî-billah ona icâzet verdi. Böylece tasavvuf
ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra, memleketi
olan Serhend’e dönmesi emrolundu. Hocası, talebesinden çoğunun
yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend’e
gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: “Kalblere deva, rûhlara şifâ
olan bu tohumu, Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın bereketli
toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O
(İmâm-ı Rabbânî), her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca,
kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.” Hocasından başka o zamanın
büyük âlimlerinin bir çoğu onu medhetmişlerdir. Hepsi, onun ma’rifet
ışığı etrâfında, pervane gibi toplanmışlardır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, memleketine gelince zâhirî ve bâtınî ilim ve
nûrlarını dünyâya yaymağa, talibleri yetiştirmeğe ve yükseltmeğe
başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden
ve feyzinden faydalanmaya geliyordu. Talebelerine Beydâvî tefsîri,
Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbîh, Avârif-ül-Me’ârif, Usûl-i Pezdevî,
Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi ba’zı din kitaplarını ders olarak mükemmel
bir şekilde okuturdu, ömrünün son zamanlarında dahî talebelerine ilim
tahsilini sıkı sıkı emreder, buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini
ilim ve nûr ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın ( aleyhisselâm )
dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu. Zamanının pâdişâhlarını,
vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini, çok te’sîrli mektûpları ile, dîne,
sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu.
Allahü teâlâ ona o kadar ilm-i bâtın ihsân etmişti ki, kendine mahsûs
olan ilimleri de cihâna yaydı. Hocası Bâkî-billah da bu yeni ilimlere
kavuşmak için huzûruna gelir, hürmetle otururdu. Hattâ birgün geldiği
zaman, İmâm-ı Rabbânî’yi kalbi ile meşgûl görüp, odaya girmedi,
hizmetçiye de haber verip; “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda
bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; “Kapıda kim
var?” deyince üstadı; “Fakir Muhammed Bakî” dedi. Bu ismi duyunca kapıya
koşup, edep ve tevâzu ile karşıladı.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri bir müddet Serhend’de talebe yetiştirmekle meşgûl
olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed
Bâkî-billah’ı ziyâret için Delhi’ye gitti. Bir müddet hizmetinde kaldı
ve hocası ile çok hoş sohbetleri oldu. Hâllerini bulunduklarından daha
yukarıya götürdüler. Bütün bu lütufları ile çok yüksek hâllere,
faziletlere kavuşmasına rağmen, hocası Muhammed Bâkî-billah’a öyle
edeble davranıyordu ki, daha fazlası mümkün değildi. Muhammed Hâşim-i
Keşmî şöyle anlatmıştır: “Hâce Hüsâmeddîn Ahmed’den işittim. Hocam
İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise sirruh) medhedip övdükten sonra şöyle
buyurdu: “Mertebesi yüksek, fazileti çok olmakla beraber, edebe
riâyette, hocamız Muhammed Bâkî-billah’ın talebelerinden hiçbiri, İmâm-ı
Rabânî hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce
ona nasîb oldu.”
Muhammed Bâkî-billah’ın
(kuddise sirruh) sevdiklerinden biri, Muhammed Hâşim Keşmî’ye şöyle
anlatmıştır: “Hocamız Bâkî-billah bu yüksek talebesine ya’nî senin
üstadına (İmâm-ı Rabbânî’ye), nihâyetsiz lütufları ve ona hürmet etmeyi
hasseten bildirdikleri zamanlar, bana onu huzûruna çağırmamı emretti.
Hemen huzûruna gidip, İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh); “Hocamız sizi
istiyor” dedim. Bu haberi duyar duymaz, korkan insanların rengi
değiştiği gibi, yüzünün rengi değişti. Zavallı bir kimsenin çok korktuğu
zaman, titremesi gibi bir hâle düştü. Ben kendi kendime; “Sübhânallah!
“Yakın olanlarda, hayret de çok olur” mısra’ını duymuştum, şimdi
gözlerimle de görüyorum” dedim.”
İmâm-ı Rabbânî
hazretleri “Mebde” ve Me’âd” risalesinde şöyle buyurmuştur: “Biz dört
kişi, hocamız Muhammed Bâkî-billah’a hizmette diğerlerinden ilerdeydik.
Hepimizin ayrı bir bağlılığı, ayrı bir düşüncesi vardı. Bu fakir yakînen
biliyorum ki, böyle bir sohbet ve cem’iyyet, terbiye ve irşâd kaynağı,
Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) zamanından sonra dünyâda çok az
görülmüştür. Gerçi insanların en hayırlısı olan Resûlullah (
aleyhisselâm ) zamanında bulunamadık, sohbetine kavuşamadık ama,
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin saâdetli sohbetinden de mahrûm
kalmadık. Bunun için bu büyük ni’metin şükrünü yerine getirmek lâzımdır.
Onun huzûrunda herkes kendi bağlılığına, muhabbetine göre bir şeylere
kavuştu.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, hocası
Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin ikinci defa huzûruna gidip bir müddet
kaldıktan sonra, tekrar memleketine döndü. Bir müddet daha taliblere
feyz vermekle meşgûl oldu. Bu sırada pek yüksek derecelere kavuştu. Bu
hâllerini hocasına mektûplar yazarak bildirdi. Bundan sonra üçüncü defa
hocasını ziyârete gitti. Bu ziyâretinden sonra Delhi’den Serhend’e dönüp
birkaç gün kaldı ve Lahor şehrine gitti. Lahor şehrinde herkes, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin teşrîfini büyük bir ganîmet bildi. Talebelerinin
en meşhûrlarından olan; Mevlânâ Muhammed Tâhir, Hâce Muhammed, Mevlânâ
Esgar Ahmed ve Mevlânâ Ravh Hüseyn gibi zâtlar bu sırada talebesi olup,
sohbetinde pişip yüksek derecelere kavuştular. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
Lâhor’da bulunduğu sırada, oranın meşhûr âlimleri kendisine çok hürmet
ve edep gösterdiler. Nice muamma ve zor mes’eleleri ondan sorup doyurucu
cevaplar aldılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Lâhor’daki sohbetleri devam ederken, hocası Muhammed Bâkî-billah’ın
vefât haberi geldi. Kalblerdeki huzûr ve ferahlığın yerini, elem ve
keder aldı. Bu haberi duyunca, hemen Delhi’ye gidip mübârek mezarlarını
ziyâret etti. Oğullarına ve talebelerinin büyüklerine ta’ziye de
bulundu. Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin talebeleri, üzüntülerini ve
kalblerindeki elemi, onun terbiyelerinin ve sohbetlerinin bereketleriyle
gidermek için, huzûrlarına gelip, Muhammed Bâkî-billah’a gösterdikleri
gibi, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de; muhabbet, hürmet ve teslimiyet
gösterdiler. Küçük büyük hepsi onu kabûl edip bağlandılar.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri de yüksek hocasının emrine, vasıyyetlerine ve
buradaki kalbi yaralıların ricâlarına uyarak, bir müddet Delhi’de kaldı.
İrşâdlarının te’sîri, feyzlerinin bereketi ile, talebelerin sohbete
devam ve gayretleri, hocaları Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın hayatta
olduğu zamanki gibi yeniden tazelendi. Teveccüh eserleri ve cezbe
nûrları, bu talebelerin hâllerinde görünmeğe başladı. Bu gayretli
yetiştirme ve feyz verme sırasında, ba’zı çekemeyenler oldu ise de,
İmâm-ı Rabbânî hazretleri onlara nasihat etti. Bunu da dinlemiyenler
sonunda yaptıklarına pişman olup af dilediler, İmâm-ı Rabbânî hazretleri
de ihsân ederek onları affetti. Böylece pekçok kimse sohbetlerinden ve
feyzlerinden istifâde etti.
İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, hocası Muhammed Bâkî-billah’ın her sene, vefât ettiği ay
olan Cemâzil-âhır ayında Serhend’den hocasının nurlu kabrini ziyârete
gider ve tekrar Serhend’e dönerdi, iki üç defa da Akra’ya teşrîf etti.
Bundan başka Serhend’den ayrılıp başka bir yere gitmedi. Ancak,
hayâtının sonuna doğru, zamanın sultânının ısrârı üzerine, iki-üç sene
kadar ba’zı beldelerde askerlerin arasında bulundu. Bunda da birçok
hikmetler vardı. O yerlerin halkı bu vesile ile onun sohbetlerinde
bulundular. Bereketli nazar ve teveccühlerine kavuşup, nasîblerini
aldılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Ahrâriyye
(Nakşibendiyye) yolundan başka; Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Çeştiyye ve
Kübreviyye yollarından da icâzet almıştır. Çeştiyye ve Kâdiriyye
yollarının icâzetini babasından aldı. Babası Abdülehad onu büyük bir
muhabbetle severdi. Hattâ İmâm-ı Rabbânî Akra’da bulunduğu sırada,
meşgûliyeti sebebiyle babasının yanına gidemeyince, babası onu görmek
için Akra’ya gitmiştir. Daha sonra Akra’dan dönüp babasının hizmetinde
bulundu. Babası Abdülehad evliyânın büyüklerinden idi. Babasının
sohbetinde çok feyze kavuştu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, babasından olan
istifâdesini “Mebde” ve Me’ad” risalesinde şöyle ifâde etmiştir:
“Bu
fakire ferdiyyet nisbeti yüksek babam tarafından verildi. Babam bu
nisbeti, kuvvetli cezbe sahibi hârikaları meşhûr bir azîzden, Şah Kemâl
Kâdirî’den almıştı. Bunun gibi nafile ibâdetlerde, bilhassa nafile
namazların edasında babamın yardımları çoktur. Babam bu se’âdeti,
“Çeştiyye” yolunda olan üstâdlarından almıştı.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin sohbetinde
bulunup kısa zamanda tam bir nisbet ile icâzet alıp, Serhend’e döndükten
sonra, Kadirî tarikatının büyüklerinden olan Şah Kemâl Kadirî’nin
rûhâniyetinden de icâzet almakla şereflendi. Bu icâzeti ve nisbeti
alması şöyle vukû’ bulmuştur Bir sabah İmâm-ı Rabbânî hazretleri
talebeleri ile murâkabe hâlinde iken, Şah Kemâl’in torunu ve onun bütün
kemâlâtının vekîli olan Şah İskender, Kehtel’den gelip, Şah Kemâl’in
bereketli hırkasını İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin mübârek omuzuna koydu,
İmâm-ı Rabbânî gözlerini açınca, Şah İskender’i gördü. Tam bir tevâzu
ile boyunlarına sarıldı. Şah şöyle dedi: “Birkaç zamandır, hâl ve
rü’yâmda dedem Şah Kemâl’i görüyorum. Bana, hırkasını size vermemi
emrediyordu. Fakat bana, onların bu bereketli hırkasını evden çıkarıp,
bir başkasına vermek çok ağır geliyordu. Ama tekrar tekrar emredince,
emirlerine uymak lâzım oldu.” İmâm-ı Rabbânî, o hırkayı giyip husûsi
odasına gitti. Bir müddet sonra odasından çıkınca, en yakın
sırdaşlarına, mahremlerine şöyle söyledi: “Hazret-i Şah Kemâl’in
hırkasını giydikten sonra, şaşılacak çok garip hâl zâhir oldu. Şöyle ki,
hırkayı giydiğim zaman, insanların ve cinlerin seyyidi. Abdülkâdir-i
Geylânî’yi ( radıyallahü anh ), Hazret-i Şah Kemâl’e kadar devam eden
bütün halîfeleriyle yanımda gördüm. Hazret-i Gavs-i Rabbanî Abdülkâdir-i
Geylânî kalbimi kendi tasarruflarına aldı ve husûsî nisbetlerinin ve
yollarının nûrları ve esrârı beni kapladı. Ben de o hâllerin ve nûrların
denizine gömüldüm. O denizin dalgıcı oldum. Bir müddet bu hâlde kaldım,
o hâllerin beni kapladığı zamanda kalbime; “Beni Ahrâriyye büyükleri
terbiye ettiler ve işimin esâsı bu büyüklerin yolunda olmaktır, şimdi
başka oluyor” diye geldi. Böyle düşünürken, Ahrâriyye yolunun
büyüklerinin, hâce-i cihan Hâce Abdülhâlık-ı Goncdüvânî’den hocam Hâce
Bâkî-billah’a (kuddise sirruh) kadar olan bütün halîfelerinin geldiğini
gördüm. Benim işim ve icrââtım hakkında konuşmaya başladılar. Ahrâriyye
büyükleri (kuddise sirruh) şöyle dediler “Bunu biz terbiye ettik. Bizim
terbiyemizle zevke, hâle ve kemâle erişti. Siz ona ne hakla
karışabilirsiniz?” Kadirî büyükleri (Rahimehümüllah) dediler ki: “Daha
çocukluğunda bizim ona teveccühümüz vardır. Bizim ni’met soframızdan tad
almıştır. Şimdi de bizim hırkamızı giymektedir.”
Onlar
böyle konuşurken Kübreviyye, Çeştiyye yollarından da birer cemâat
geldi. Böylece anlaşmaya vardılar, bundan sonra bu iki şerefli nisbetten
de kalbimde, büyük pay, tam bir şevk buldum.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri
tasavvufda, bu yolların hepsinden de talebe yetiştirip feyz vermiştir.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, asırlarda benzeri az yetişen, müstesna bir İslâm
âlimi ve büyük bir mürşid-i kâmildir. Peygamberimizin ( aleyhisselâm )
vefâtından bin sene sonra da İslâm düşmanları dîne, îmâna insafsızca
saldırmışlardı. Allahü teâlâ kullarına acıyarak, İmâm-ı Rabbânî (kuddise
sirruh) gibi bir müceddîd yarattı. Ona derin ilimler ihsân eyledi. Onun
vasıtasıyla din düşmanlarının korkunç saldırısını durdurdu. Hakkı
bâtıldan ayırıp, bâtılı, çok kalblerden kaldırdı. Bu yüce İmâm’ın
mektûpları ve kitapları, insanları gafletten uyandırdı. Dünyâya ışık
saldı. Ya’nî Allahü teâlâ onu, Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm )
bin sene sonra, dîn-i İslâmı yenilemek ve kuvvetlendirmek için
göndermişti. Yenilemek, değişiklik yapmadan kolayca olur mu? Günahların,
bid’at ve hurafelerin çoğaldığı, dalâletin yayıldığı, bilhassa vahdet-i
vücûd taklidcilerinin din âlimi tanındığı bir zamanda, İslâm dînini
kuvvetlendirmek, bunları temizlemek kolay mıdır?
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri,
sağlam, ikna edici delîllerle sapık fikirlerinin çürütüldüklerini, Ehl-i
sünnet i’tikâdının ve doğru din bilgilerinin yayıldığını, bid’atlerin
kalktığını gören ba’zı sapık kimseler, ona cephe aldılar hased ve iftira
etmeye başladılar.
İşte, bunun için ba’zı
kimselerin cefâsına, oklarına ve iftirâlarına uğradı. Nice âlimlerin,
fâdılların, kâmillerin kendi yollarından ayrılıp, rehberlerini bırakıp,
etrâfına ve hizmetine koşuşmaları da, hasedcileri arttırdı. İmâm’ı
tehlikeye düşürmek için, hilelere başladılar. Meselâ, Cüneyd-i Bağdadî,
Bâyezîd-i Bistâmî gibi büyük meşâyihi aşağı görüyor diyerek, câhil
tabakayı aldattılar. Yüksek meşâyihin bildirdiği vahdet-i vücûdu inkâr
ediyor, diyerek, görüşleri kısa olanları, İmâm’dan soğutmaya başladılar.
Onu sevenlere de; “Meşâyih-i izamı inkâr ediyor, Allahü teâlânın
ma’rifetine vasıtasız olarak kavuştum diyor” dediler. Bir müslümanın
söyleyemeyeceği iftiraları söylediler.
Meşâyih-i
Kirâmı aşağı görüyor sözü tamamen iftira idi. “Mektûbât’da onlara nasıl
hürmet ve ta’zim ettiğini ve her asırda, düşmanların ele aldıkları
sözlerine ne güzel ma’nâlar verdiğini, iyi ma’nâya çevirmediklerine de,
başlangıçta hatâ ile söylenmiş olup, sonra yüksek derecelere yetişerek
bunları düzeltmişlerdir, dediğini okuyanlar, hemen anlar. Keşfdeki
hatâların, ictihâd hatâları gibi af olunduğunu, belki sevâb verildiğini
bildirmektedir. Vahdet-i vücûdu da inkâr değil, ne güzel izah ettiğini,
bu mes’elede hem İslâm dininin namusunu koruduğunu ve hem de büyüklerin
hürmetlerini gözettiğini, Mektûbât’ı okuyanlar bilir.
O
zamanın sultânı Selîm Cihangir Hân’ın devlet adamları, hattâ büyük
veziri, baş müftîsi ve etrâfındakiler Ehl-i sünnet düşmanı idiler.
Hâlbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektûpları ve bilhassa
ayrıca yazdığı “Redd-i revâfid” risalesi, Eshâb-ı Kirâm düşmanlarını red
etmekte, câhil, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktadır. İmâm-ı
Rabbânî bu risalesini Buhârâ’da bulunan en büyük Özbek hânı Abdullah-ı
Cengizî Hân’a yollamıştı. “Bunu İran’da, Şah Abbâs-ı Safevî’ye gösterin!
Kabûl ederse ne iyi, etmezse onunla harb caiz olur” demişti. Kabûl
etmedi. Harb oldu. Abdullah Hân, Hirât’ı ve Horasan’daki şehirleri aldı.
Buralarını yüz sene evvel Safevîler almıştı. İşte bundan sonra,
Hindistan’daki bozuk fırkalar, Eshâb-ı Kirâm düşmanları elele verdiler.
Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda
bulunarak şikâyet ettiler. Sultan, oğlu Şah Cihân’ı gönderip, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini, evlâdlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp,
hepsini öldürmeğe karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihan, bir müftî ile
yanına gitti. Sultâna secde caiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da
götürdü. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) üstünlüğünü biliyordu.
“Babama secde edersen seni kurtarabilirim” deyince, İmâm-ı Rabbânî
hazretleri bu fetvânın zarûret zamanında izin olduğunu, azîmet ve din
bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin
kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeği kabûl etmedi. Çocuklarını ve
talebelerini bırakıp sultâna yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara
karşı sultâna o kadar” güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek
hakîkatleri anlıyabilecek birisi olmadığı hâlde, neş’elendi ve serbest
bırakıp özür diledi. Hattâ, sultâna kendisine yapılan iftiraların
asılsız olduğunu açık delîllerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı
Hindûların büyük bir kumandanı, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dinde olan
kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek müslüman oldu.
Sultânın ikna olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftiracı
sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette
yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir”
diyerek, uzun konuşmalardan sonra sultânı aldattılar. Sultan, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin, memleketin on sağlam ve korkunç kalesi olan
Güwalyar Kalesi’ne hapsedilmesini emretti ve hapsedildi.
Bu
hâdiseye çok üzülen talebeleri sultâna isyan etmek istediler. Bunu
yapabilecek güçte idiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları
rü’yâlarında ve uyanık iken bu işten men etti. Sultâna hayır duâ
etmelerini emredip; “Sultânı incitmek bütün insanlara zarar verir”
buyurdu. Kendisi de sultâna hep hayır duâ ediyordu. Sultânın veziri,
koyu bir muhalif olduğundan, zindanda, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
başına kardeşini ta’yin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti.
Bu görevli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve
hattâ neş’e görerek tövbe etti. Bozuk i’tikâdını terkedip Ehl-i sünneti
seçti ve onun hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapis bulunan binlerce
kâfir, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendiler.
Birçok günahkâr tövbe etti. Hattâ ba’zıları yüksek âlim oldu. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri hapiste üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına
pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsân eyledi. Hattâ hâlis
talebesinden ve sâdık dostlarından oldu. Bir müddet, asker arasında
kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi.
Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra, evvelce
bulundukları hâllerin ve makâmların binlerce üstünde derecelere
yükselmiş olarak memleketine döndü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri daha
önceleri; “Yetiştiğim derecelerin üstünde, daha Çok makamlar vardır.
Onlara yükselmek celâl sıfatı ile, sert terbiye edilmekle olabilir.
Şimdiye kadar cemal sıfatı ile okşanarak terbiye edildim” buyurmuştu.
Talebesinden bir kısmına; “Elli ile altmış arasında üzerime dertler,
belâlar yağacak” buyurmuştu. Buyurduğu gibi oldu. O makamlara da
yükselmek nasîb oldu.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini hapsettiren Selîm Cihangir Hân’ın oğlu Şah Cihan, pâdişâh
olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki
kumandanların çoğu kalbden kendisine bağlı olduğu hâlde zafer
kazanamadı. O zamanın evliyâsından birine hâlini anlatıp duâ istedi. O
velî dedi ki: “Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana duâ
etmesi lâzımdır. Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan
dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i
sânî hazretleridir. Şah Cihan, İmâm’ın huzûruna gelip duâ etmesi için
yalvardı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) onun babasına karşı
gelmesine mâni olup nasihat etti. “Babana git, elini öp, gönlünü al,
yakında vefât edecek, saltanat sana kalacaktır” diye müjde verdi. Şah
Cihan emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra 1037 (m.
1627)’de babası vefât edince saltanata kavuştu.
Müslümanların
zayıf düştüğü, küfrün, sapıklığın, zulmetin, felsefecilerin ve sapık
kimselerin her tarafı kapladığı bir zamanda, binlerce kâfir İmâm-ı
Rabbânî’nin elinde müslüman oldu. Çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel
hâllerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih müslüman oldu.
Uzaktan yakından çok kimseler, rü’yâda ve uyanık iken onu görerek yanına
koşmuş, huzûruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim,
sâlih, genç, ihtiyâr binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca,
feyz alarak kalbleri zikreder olmuştur. Huzûrundaki pekçok sayıda
talebeyi hâllere, yüksek derecelere kavuşturmuştur. Her an kerâmetleri
görülür feyz ve bereket yayardı. Kerâmetlerinin altıbinden fazla olduğu
bildirilmiştir.
İmâm-ı Rabbânî, İslâm dininde
her sözü sened olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir
âlim ve velidir. Kelâm ilminde de müctehiddir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
daha ilim deryasına yeni daldığı sıralarda Peygamberimizi (
aleyhisselâm ) rü’yâda görmüştü. Peygamber efendimiz kendisine
buyurmuştu ki: “Sen kelâm ilminde müctehid olacaksın.” Bu rü’yâsını
hocasına anlatmıştı. O günden beri, ilm-i kelâmın her mes’elesinde ayrı
ictihâdı ve görüşleri vardır. Fakat, mes’elelerin çoğunda (Mâtürîdiyye)
imamımız ile beraberdir. Eski Yunan filozoflarının İslâmiyete uymayan
sözlerini reddedip, yanıldıklarını isbât etti. Tasavvuf büyüklerini
tanıyâmayarak, sözlerini anlamayarak, yoldan çıkan, sapıtan ve
kendilerini din adamı sanıp, herkesi de yoldan çıkartan, câhil ve
ahmakların yüz karalarını meydana çıkardı, önceki birkaç asırda
İslâmiyete çok sinsi bir şekilde, din düşmanları tarafından sokulmak
istenen felsefî düşünceleri tamamen bertaraf etti. Yazdığı mektûplar ve
kitaplarla, kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevap teşkil edecek
izahlar ve açıklamalar yaptı. Daha 18 yaşında iken yazdığı
İsbât-ün-nübüvve (Peygamberliğin İsbâtı) kitabı ile peygamberleri
filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin Allahın dînini
bildiren ve Allahü teâlânın seçtiği kimseler, filozofların ise, yalnız
aklını rehber edinmiş sıradan insanlar olduğunu açıkça ve kesin
delîllerle isbât etmiştir. Böylece peygamberliğe inanmayanların,
peygamherleri filozof zannedenlerin veya onlarla bir tutmaya
kalkışanların, ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek, İslâm dînine
insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dîni, zamanla değişir
hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır. Büyük Ehl-i sünnet
âlimleri ve evliyânın da ancak Muhammed aleyhisselâmın tam yolunda
yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek, bunlara da filozof
diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Bundan
sonradır ki, müslümanlar arasındaki sapık kimselerin te’sîriyle ortaya
çıkmış fikir ayrılıkları, düşünce farklılıkları sona ermiş, şüpheye ve
tereddüde düşürülmüş olanlar itminana ve emniyete kavuşmuşlardır. Daha
sonraki asırlarda ve zamânımızdaki filozofların her türlü sözlerine,
onun eserlerinde cevaplar bol bol bulunmaktadır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek
kemâllerine kavuşarak, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî,
Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdadî başta olmak üzere, kendisinden
önce yaşamış velîlerin sekr hâlinde ya’nî tasavvufda kendinden geçme
hâlinde iken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek
sözlerini, vahdet-i vücûd bilgilerini, gayet net bir şekilde açıklamış,
bu büyüklerin yanlış anlaşılmasına ve onlara düşmanlık yapılmasına ve
îmânlarının ve i’tikâdlarının tehlikeye düşmesine mâni olmuştur.
Böylece
o büyük velîleri kötülemek veya medhetmek şeklinde de olsa, iftiralar
atılmasına son vermiştir. Tasavvuf deryasından bol bol saçtığı yüksek
ma’rifetler, beliğ ifâdeler ve fasih sözleri ile, çok kimsenin anlamak
ve anlatmaktan âciz kaldığı yüksek hakîkatleri, candan arzulayanlara
sunarak, bu sonsuz deryadan susuzlarının hararetini teskin etmiştir.
Yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde takılıp
kalanları çok yükseklere çıkarmıştır. Sorulan bütün suâllere cevaplar
vererek, tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır. Mürşidlik,
müridlik, tarikat, kutb, gavs, evliyâ, zikr, ma’rifet, kerâmet gibi
kelimeleri çok mükemmel bir şeklide açıklamış, bu konulardaki karışık
ifâde ve bilgilerin arkasına saklanarak, müslümanları kandıran ve
şaşırtan câhillerle, dünyâya düşkün bozuk tarikatçıların maskelerini
indirmiştir. Bu husûsta esasları düstûrları açıklamış, bütün bu isim ve
sıfatların, asıllarını ve hakîkatlerini gözler önüne sermiştir. Böylece
bu yoldan, tasavvuf kelimesi perde edilerek, İslâm dînine bozuk inanç ve
ibâdetlerin, uydurma merasim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve
hurafelerin girip yerleşmesini önlemiştir. Vilâyetin ve veliliğin
muhakkak kerâmet göstermek demek olmadığını, asıl vilâyetin Allahü
teâlâyı unutmamak ve Allahü teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve
fiillerine olan ma’rifet, yakınlık olduğunu, tasavvufun, İslâm dîni
dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde, emir ve yasakların
kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ve Allahü teâlâya muhabbet yolu
olduğunu çok veciz şekilde îzâh etmiştir. Böylece din bilgisi az
olanların ve hakiki tasavvuf ehli olmayanların, şaklabanlıklar ve
istidrâclar ile insanları kandırmalarına ve böylelerinin ma’rifet ve
kerâmet sahibi hakiki velîlerle karıştırılmasına mâni olmuştur. Kısacası
onun tasavvuf deryasında çözmediği bilmece, haber vermediği esrâr
kalmamıştır.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
kitaplarında, mektûplarında, sohbetlerinde ve günlük hayâtında, bütün
bid’atlerle şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak,
unutulmuş olan nice sünnetleri, hattâ farzları yeniden meydana
çıkarmıştır. Bid’atlerin en çirkinin i’tikâdda ortaya çıkanlar olduğunu
bildirerek, bunlara ve ibâdetlere sokulmak istenen bid’atlerle, ilim,
amel ve ma’rifet ile mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun
olmasına pek çok titizlik göstermiştir.
Ayrıca
zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen
bilgileri üstüne yapağı açıklamalar, bu ilimlerin mütehassıslarını
hayrette bırakmıştır. Meselâ, atomların içinin ve böylece maddelerin
dolu sanıldığını, hâlbuki elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı
boş olduğunu ilk olarak bundan dörtyüz sene önce açıklamıştır. Bu husûs,
fen adamları tarafından ancak yirminci yüzyılda ve uzun tecrübeler
sonucu anlaşılabilmiştir.
Onun tasarruflarının
bereketi ile İslâm dîni, bilhassa Hindistan’da çok kuvvetlendi. Ekber
Şah zamanında yıkılan, ihmâl edilen İslâm eserleri yenilendi,
inançsızlardan pek çok kimse onun elinde müslüman oldu. Binlerce fâsık
tövbe etti. Muhlislerinden ve talebesinden olan Hân-ı Hânân ismi ile
meşhûr Abdürrahîm Hân, Nüvâb Ferid Mürtedâ Hân, Muhammed a’zam Hân gibi
birçok kuvvetli, kudretli vâli ve kumandanları, te’sîrli mektûpları ile
İslâmiyeti kuvvetlendirmeğe, yaymağa, Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdını
beyân etmeğe teşvik ve muvaffak eyledi Bunlar da emr-i şerîflerine
uyarak, bu yolda çok gayret sarfedip, dînin kuvvetlenmesine hizmet
ettiler. Öyle oldu ki, bid’at ve küfr zulmeti kalkıp, îmân ve sünnet
nûru yayıldı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
tasavvufda kendi yolunu bildiren, yüksek ma’rifetlerle dolu bir mektûbun
sonunda şöyle yazmıştır: “Allahü teâlânın bu fakire gösterdiği yol
budur. Başlangıçtan sonuna kadar beni mümtaz eylediği yolun aslı,
nihâyetin başlangıcına yerleştirilmesi olan Ahrâriyye yoludur. Bu asıl
ve temel üzerine birçok binalar kurdurdular, köşkler yaptırdılar. Eğer
bu asıl ve temel olmasaydı bu hâle gelmezdi. Buhârâ ve Semerkand’dan
tohum getirip, aslı Medine ve Mekke toprağından olan Hindistan’a
ektiler. Fazilet suyu ile terbiye eylediler. Bu faziletler ve ihsânlar
kemâle gelince, bu ilim ve ma’rifet meyvelerini verdi. Allahü teâlâya bu
ni’metlerinden dolayı hamd-ü-senâlar olsun.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin tasavvufda gösterdiği yola “Müceddidiyye”
denilmiştir. Tasavvuf; bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için
lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimdir.
Tıb
ilmi, beden sağlığına âit bilgileri öğrettiği gibi, tasavvuf ilmi de,
kalbin, rûhun kötü huylardan kurtulmasını öğretir. Kalb hastalığının
alâmetleri olan kötü işlerden uzaklaştırıp, Allah rızâsı için güzel iş
ve ibâdet yapmayı sağlar. Zâten dînimiz, önce ilim öğrenmeyi, sonra
öğrendiklerine uygun iş ve ibâdet yapılmasını ve bütün bunların da Allah
rızâsı için olmasını emrediyor. Kısaca din; ilim, amel ve ihlâsdan
ibârettir, insanın ma’nen yükselmesi, dünyâ ve âhıret saadetine
kavuşması, bir uçağın uçmasına benzetilirse, îmân ile ibâdet, bunun
gövdesi ve motorları gibidir. Tasavvuf yolunda ilerlemek de, bunun
enerji maddesi ya’nî benzinidir. Maksada ulaşmak için, uçak elde edilir.
Ya’nî îmân ve ibâdet kazanılır Harekete geçmek için de, kuvvet, ya’nî
tasavvuf (ahlâk) ilminin yolunda ilerlemek gerekir. Tasavvufun iki
gayesi vardır. Birincisi; îmânın vicdânileşmesi, ya’nî kalbe yerleşmesi
ve şüphe getiren te’sîrlerle sarsılmaması içindir. Akıl ile, delîl ve
isbât ile kuvvetlendirilen îmân böyle sağlam olmaz. Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmde Ra’d sûresi 28. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurdu ki:
“Kalblere îmânın sinmesi, yerleşmesi, ancak ve yalnız zikr ile olur.”
Zikr; her işte ve her harekette Allahü teâlâyı hatırlamak, O’nun
rızâsına uygun iş yapmak demektir. Tasavvufun ikinci gayesi; fıkıh ilmi
ile bildirilen ibâdetlerin seve seve kolaylıkla yapılmasını ve nefs-i
emmâreden doğan tembelliklerin, sıkıntıların giderilmesidir, ibâdetlerin
kolaylıkla seve seve yapılması ve günah olan işlerden de nefret ederek
uzaklaşılması, ancak tasavvuf ilmini öğrenip, bu yolda ilerlemek ile
mümkündür. Tasavvufa sarılmak, herkesin bilmediklerini görmek, gaybden
haber vermek, nûrlar, rûhlar ve kıymetli rü’yâlar görmek için değildir.
Tasavvuf ile elegeçen ma’rifetlere, bilgilere ve hâllere kavuşmak için,
önce îmânı düzeltmek, İslâmiyetin emir ve yasaklarını öğrenip, bunlara
uygun iş ve ibâdet yapmak lâzımdır. Zâten bu üçünü yapmadıkça, kalbin
tasfiyesi kötü huylardan temizlenmesi, nefsin tezkiyesi, terbiye
edilmesi mümkün değildir. Tasavvuf bilgileri mürşid-i kâmiller
tarafından öğretilir. Mürşid-i kâmil; yol gösteren, rehberlik eden
yetişmiş ve yetiştirebilen âlimdir. Böyle olan âlimlerin belli usûllerle
gösterdikleri, insanları saadete kavuşturmak için tasavvufta ta’kib
ettiği bu yollara, tarikat denilmiştir.
Tarikatların
çeşitli isimler alması, başka başka olmalarından değildir. Aynı hocanın
talebeleri, birbirlerini tanımak ve hocaları ile tanınmak, öğünmek
için, bulundukları yola mürşidlerinin ismini vermişlerdir. Tarikatlar,
başlıca iki kısma ayrılırlar.
1- Sessiz zikr
(Zikr-i hafi) yapan tarikatlar Bu yol Hazreti Ebû Bekr’den gelmiş olup,
mürşidlerinin adına göre, (Tayfûriyye), (Yeseviyye), (Medâriyye), hakîki
olan; (Bektâşiyye), (Nakşibendiyye), (Ahrâriyye), (Ahmediyye-i
Müceddidiyye) ve (Hâlidiyye) gibi isimler almışlardır.
2-
Yüksek sesle zikr (Zikr-i cehri) yapan tarikatlar: Bu yolda, Hazreti
Ali’den oniki İmâm vasıtasıyla gelmiştir. Oniki İmâmın sekizincisi olan
İmâm-ı Ali Rızâ’dan Ma’rûf-i Kerhî almış ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin çeşitli
talebelerinin yolunda bulunan meşhûr mürşidlerin adı verilerek, kollara
ayrılmışlardır. Böylece Ebû Bekr-i Şiblî yolundan, (Kadirî”), (Şâzilî),
(Sa dî) ve (Rıfâî), Ebû Ali Rodbârî yolundan; Ahmed Gazâlî ve Ziyâüddîn
Ebû Necîb-i Sühreverdî vâsıtaları ile (Kübrevî) meydana gelmiştir,
İmâm-ı Ali’den Hasen-i Basrî vâsıtası ile (Edhemî) ve bundan (Çeştî)
hâsıl olmuştur. (Bedeviyye), Rıfâiyyeden hâsıl olmuştur.
Tarikat,
zikr ile Allahü teâlâya kavuşma yoludur. Zikr, Allahü teâlâyı
hatırlamak demektir. Her sözünde ve her işinde O’nun emirlerine ve
yasaklarına sarılmaktır. Yaklaşık olarak, son yüz seneden beri tarikat
diyerek birçok şeyler uyduruldu. Hakîki İslâm âlimlerinin, Eshâb-ı
Kirâmın, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) alıp bildirdikleri doğru yol
unutuldu. Dinde câhil olanlar, hattâ İslâmiyetin emirlerine açıkça
uymayanlar, şeyh ve tarikatçı ünvanı alarak, zikr ve ibâdet adı altında,
dînimizin yasak ettiği birçok günahları ve bid’atleri işlediler. Bugün
sahte, yalancı mürşidlere, müslümanları sömüren tarikatçılara, dîni
siyâsete âlet edenlere çok rastlanmaktadır. Şeyh-ül-İslâm Ahmed İbni
Kemâl Efendi’nin Risâle-i Münîre adlı eserinde yer alan bir hadîs-i
şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Bir
kimsenin havada uçtuğunu ve deniz üzerinde yürüdüğünü, yahut ağzına ateş
koyup yuttuğunu görseniz, fakat İslâmiyete uymayan bir iş yapsa,
kerâmet sahibiyim derse de, onu büyücü, yalancı, sapık ve insanları
doğru yoldan saptırıcı biliniz!”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, “Mektûbât” adlı eserinin üçüncü cild 123. mektûbunda, bu husûsla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“İnsanı
Allahü teâlâya kavuşturan yollar ikidir. Birincisi, peygamberlerin
yakınlığı gibi olan (Nübüvvet yolu) olup, insanı aslın aslına ulaştırır.
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve bunların sahâbîleri bu
yoldan kavuşmuşlardır. Ümmetlerinden sahâbî olmıyanlar arasından
dilediklerini de bu yoldan kavuşmakla şereflendirirler. Fakat bunlar pek
azdır. Bu yolda vâsıta, aracı yoktur. Ya’nî vâsıl olduktan sonra,
doğrudan doğruya asıldan feyz alırlar. Hiçbiri ötekine vâsıta olmaz,
perde olmaz, İkinci yol, (Vilâyet yolu)’dur. Kutblar, evtâd, büdelâ ve
nücebâ ve bütün evliyâ hep bu yoldan kavuşmuşlardır. Bu yol (Sülûk)
yoludur. Evliyânın cezbeleri de, bu yolun cezbeleridir. Bu yoldan
kavuşanlar birbirlerine vâsıta ve perde olurlar. Bu yoldan vâsıl
olanların önderi ve en üstünleri ve ötekilere vâsıta olanı, hazret-i Ali
Mürtedâ (kerremallahü teâlâ vechehü’l-kerîm)dir. Bu yoldan gelen
feyzlerin kaynağı odur. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) gelen feyzler,
ma’rifetler hep onun vâsıtası ile gelir. Fâtımat-üz-Zehrâ, hazret-i
Hasen ve hazret-i Hüseyn (r.anhüm), bu makamda, hazret-i Ali ile
ortaktırlar, öyle sanıyorum ki, hazret-i Ali, dünyâya gelmeden önce de,
bu makamda idi. Vefât ettikten sonra da, bu yolda her velîye gelen
feyzler, hidâyetler, yine onun vâsıtası ile gelmektedir. Çünkü kendisi,
bu yolun en yüksek noktasında bulunuyor. Bu makamın sahibi odur.
Hazret-i Ali vefât edince, ondan yayılan feyzler, hazret-i Hasen ve
sonra hazret-i Hüseyn vâsıtası ile geldi. Daha sonra oniki İmâmdan, sağ
olanları da vâsıta oldular. Bunlardan sonra gelen evliyâya feyzler, bu
oniki İmâm vâsıtası ile geldi. Kutblara, nücebâya da, hep bunlardan
geldi.
Abdülkâdir-i Geylânî (kuddise sirruh),
dünyâya gelip, velî oluncaya kadar hep böyle idi. Sonra, bu da bu
vazîfeye kavuştu. Ondan sonraki kutblara, nücebâya ve bütün evliyâya
oniki İmâmdan gelen feyzler ve bereketler bunun vâsıtası ile geldi.
Başka hiçbir velî bu makama kavuşamadı. Bunun içindir ki; “Önceki
velîlerin güneşleri battı. Bizim güneşimiz ufuk üzerinde sonsuz kalacak,
hiç batmıyacaktır” buyurmuştur. Hidâyet, irşâd feyzinin akmasını, güneş
ışıklarının yayılmasına benzetmiştir. Feyzin kesilmesine, güneşin
batması demiştir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerine oniki İmâmın
vazîfeleri verilmiştir. Rüşd ve hidâyete vâsıta olmuştur. Kıyâmete
kadar, her velîye feyzler onun vâsıtası ile gelecektir. (Abdülkâdir-i
Geylânî hazretlerinin bu vasfından dolayı, ona “Gavs-ül-a’zam”
denilmiştir.)
Her asırda gelen müceddidler,
onun vekîlleridir. (Hazret-i Îsâ (aleyhisselâm), hazret-i Mehdî ve
İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) “Nübüvvet yolu” ile vâsıl olduğundan,
vâsıtaya ihtiyâçları yoktur. Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh )
nübüvvet yolunda, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) vekîlidir:
Resûlullahın vârisi, müceddîd-i elf-i sânî,
İlm-i zâhirde müctehid, tasavvufda Veysel Karânî.
Dîni yaydı yeryüzüne, nûrlar saçdı her mü’mine,
Uyandırdı gâfilleri, yüce İmâm-ı Rabbânî.
İyi bildi ilm-i hâli, dîne uygundu her hâli,
Küfr sarmışken cihanı, oldu Ebû Bekr misâli.
Sohbetinden feyz aldılar, hem kumandan hem de vâli,
Ömer Fârûk soyundandır, buna şâhid oldu adlî.
Üstünlüğü
ve medhi: Zamanının âlimleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi
ile hitâb ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü, o, tasavvufun
İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu
isbat ederek, ahkâm-ı İslâmiye ile tasavvufu vasl etmiş,
birleştirmiştir. Bir hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri
gelir. Onun şefaati ile çok kimseler Cennete girer” buyurularak onun
geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin
“Cem’ül-Cevâmi’” kitabında vardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir
mektûbunda; “Beni iki derya arasında “Sıla” yapan Allahü teâlâya hamd
olsun” diye duâ etmiştir. Eshâbı, talebeleri ve sevenleri arasında
“Sıla” ismiyle meşhûr olmuştur. Hadîs-i şerîfte müjdelenen “Sıla” ismini
ondan evvel kimse almamıştır.
Mevlânâ
Abdürrahmân Câmî (kuddise sirruh) Nefehât kitabında diyor ki:
Şeyhülislâm Ahmed Nâmık-i Câmî buyurdu ki: “Evliyânın çektiği
riyâzetlerin, sıkıntıların hepsini yalnız başıma çektim ve daha çok da
çektim. Allahü teâlâ, evliyâya verdiği hâllerin, ihsânların hepsini bana
verdi. Her dörtyüz senede, Ahmed isminde bir kuluna böyle büyük
ihsânlar yapar ve bunu herkes görür.” Ahmed Câmî’den, İmâm-ı Rabbânî
(kuddise sirruh) zamanına kadar dörtyüzotuzbeş sene olup, bu zaman
içinde evliyâ arasında bu büyüklükte, Ahmed isminde biri bulunmadı.
Ahmed Câmî’nin haberi, büyük bir zan ile İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise
sirruh) âid olmaktadır. Şeyhülislâm Ahmed Câmî’nin; “Benden sonra benim
ismimde onyedi kişi gelir. Bunların sonuncusu bin târihinden sonra olup,
en büyüğü ve en yükseği odur” sözü de, bu husûsu kuvvetlendirmektedir.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, müceddîd-i elf-i sânîdir. Ya’nî hicrî ikinci binin
müceddididir. Eski Ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren
bir Resûl gönderilirdi. Yeni din önceki dîni değiştirir, ba’zı hükümleri
kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sahibi peygamberin
dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfde; bu ümmete ise,
her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber
verilmektedir. Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) sonra peygamber
gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her
bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı
se’âdetteki temiz hâline getirecek, zâhirî ve bâtınî ilimlerde tam
vâris, âlim ve ârif bir zâtın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu
bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.
Bütün
İslâm âlimleri, bu zâtın İmâm-ı Rabbânî hazretleri olduğunda ittifâk
etmişlerdir. Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) tam bin sene sonra ilim
ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihanı Resûlullahın (
aleyhisselâm ) nûrları ile aydınlattı. Bid’atleri-temizleyip İslâm
dînini ihyâ etti. Onun zamanında Hindistan’da ve hattâ bütün İslâm
âleminde baş gösteren sapık fikirler, bozuk inanışlar yayılmaya
başlayıp, büyük fitneler çıkmıştı. Ayrıca tasavvufda vahdet-i vücûdu
anlatan sözler, müslümanlar arasında çeşit çeşit şekillere sokuldu. Bu
yüksek ve kıymetli bilgi anlaşılamadı. Birçok câhiller, büyüklerin
sözlerinin ma’nâlarını anlamayarak zamanla dinden çıktı. İslâmiyete
karşı olanlar da bunu fırsat bilip, müslümanları doğru yoldan ayırmak
için çalıştılar. Böylece tasavvuf bilgileri ile İslâmiyetin hükümleri
arasında ayrılık ve çatışma varmış gibi, ikisi birbirinden ayrıymış gibi
gösterilerek, müslümanlar çeşitli isimler altında birbirlerinden
ayrılmaya ve birbirlerine düşman edilmeye çalışıldı. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere, yanlış anlaşılan
daha birçok mes’eleyi gayet açık bir şekilde îzâh ederek, insanların
zihinlerini ve kalblerini, yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden
temizledi. Hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) hak
ve doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet i’tikâdını her yere
yaydı. Genç-ihtiyâr herkes ve birçok âlim onun etrâfında toplandı.
Kendisine ilk defa (Müceddîd-i elf-i sânî) ismini veren, zamanının en
büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûti’dir. O zamanın diğer büyük
âlimleri de onu medhetmiş, övmüştür.
Talebelerinin
meşhûrlarından Muhammed Hâşim-i Keşmî “Zübdet-ül-makâmât” adlı eserinde
şöyle yazmıştır: “Kalbimden geçti ki: “Eğer Allahü teâlâ, bu zamanın
âlimlerinin en büyüklerinden birine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
Müceddîd-i elf-i sânî olduğunu (ikinci binin kuvvetlendiricisi olduğunu)
bildirse, bu ma’nâ tamamen kuvvetlenirdi.” Birgün bu düşünce ile İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittim. Bu fakire hitâb edip buyurdular
ki: “Birçok kıymetli kitaplar yazan aklî ve naklî ilimlerde Hindistan’da
bir benzeri bulunmayan Abdülhakîm Siyalkûtî’den mektûp aldım.” Bunu
söyleyip tebessüm etti. Sonra da; “Mektûbunun bir yerinde bu fakiri
medhedip; “Müceddid-i elf-i sânî” yazıyor” dedi.
Abdülhakîm
Siyalkûti; bir gece rü’yâda İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördü, İmâm-ı
Rabbânî hazretleri ona şu âyet-i kerîmeyi okudu: “Allah de ve onları
kendi oyunlarına bırak.” (En’âm-91) bu rü’yâyı gördükten hemen sonra
İmâm-ı Rabbânî’nin huzûruna gelip, hakiki muhlislerinden oldu. Huzûruna
gelmeden evvel: “Ben İmâm-ı Rabbânî’nin üveysiyim” (Ya’nî onun
rûhâniyeti beni terbiye ediyor) dedi.
Halîl-ül-Bedahşî
(kuddise sirruh) buyuruyor ki: “Silsilet-üz-zeheb büyüklerinden
Hindistan’da bir kâmil gelir ki, asrında onun gibisi bulunmaz.”
Hindistan’da bu silsileden İmâm-ı Rabbânî’den (kuddise sirruh) başkası
meydana çıkmamış olduğundan, bu haberin İmâm-ı Rabbânî’ye âit olması
zarurî lâzımdır.
Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın
talebesinin en büyüklerinden ve en yüksek âlimlerden olan Seyyid Mîr
Muhammed Nu’mân diyor ki: “İmâm-ı Rabbânî’ye tâbi olmağı hocam bana
söyleyince, buna lüzum olmadığını anlatmak için; “Kalbimin aynası ancak
sizin parlak kalbinizin nûruna karşı duruyor” dedim. Hocam sert bir
sesle; “Sen, Ahmed’i ne sanıyorsun? Onun, güneş olan nûru, bizler gibi
binlerce yıldızı örtmektedir” buyurdu. Muhammed Bâkî-billah (kuddise
sirruh) bir kerre de buyurdu ki: “Bu üç-dört sene içinde, herkese doğru
yolu, kurtuluş yolunu göstereceğim diye uğraşdım. Elhamdülillah ki, bu
gayretim boşa gitmedi. Çünkü, İmâm-ı Rabbânî gibi biri yetişti.”
Hâce
Muhammed Bâkî-billah bir kerre de buyurdu ki: “Kalblere deva, rûhlara
şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâ’dan getirip Hindistan’ın
bereketli toprağına ektim. Taliblerin yetişip kemâle gelmesi için
uğraştım. O, (Ya’nî İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) her dereceyi aşıp
üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona
bıraktım.”
Hâce Muhammed Bâkî-billah, İmâm-ı
Rabbânî’ye yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Allahü teâlâ size, en
yüksek dereceye yetişmek ve herkesi de yetiştirmek nasîb etsin!” Mısra’:
“Kerîmlerin sofrasından toprağa da nasîb vardır!”
Mübalağa
değil, işin doğrusu şöyledir ki, Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî (
radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Beni, Ebü’l-Hasen-i Harkânî yetiştirdi.
Fakat Harkânî şimdi sağ olsaydı, hocam olduğunu düşünmez, gelip önüme
diz çökerdi.
Bizim durmamız, ihtiyâcımız
olmadığından veya ehemmiyet vermediğimizden değil, belki kabûl işâretini
gözetmekteyim, işin doğrusu budur. Allahü teâlâ, bizlere hidâyet ihsân
eylesin! Kendini beğenmekten ve aldanmaktan korusun! Bu mektûbumu size
getiren Nişâpûrlu Seyyid Sâlih, kalbinin derdine çâre için bana geldi.
Vaktim, hâlim buna elverişli olmadığından, vakitlerini yanımda ziyan
etmemesi için size gönderiyorum. İnşâallah lütf ve yüksek teveccühünüze
kavuşarak istidâdı kadar bir şeyler alır.
Allahü
teâlâ, ilim ve irfan fukarasını, birşeyden nasîbi olmıyanları, sevip
seçtiği evliyâsı hürmetine maksatlarına kavuştursun! Evliyâ kaynağı olan
makamınıza ihlâs ve saygılarımı arzedemedim. Evet, hâlleri doğru olan
bir huzûra ancak bu kelimeyi yazmak mümkündür. Size talebem demek,
hayâsızlığın en aşağısı ve görünüşün söylenmesi olup, hakîkati örtmek
olur. Bize lâzım olan, haddimizi bilmek, yersiz konuşmamaktır.
Duâlarınızı istirhâm ederim efendim.”
Üstadından
başka, o zamanın büyük âlimlerinden, kâmillerinden birçoğu; ona lâyık
olan medh-ü-senâlarda bulunmuşlar, ona karşı edebsizce söyliyenlere
cevap vererek, hepsi onun ma’rifet ışığı etrâfına pervane gibi
toplanmışlardır. Bunlardan parmakla gösterilen en büyükleri; Fadlullah-i
Burhân-pûrî, Mevlânâ Hasen-ül-Gavsî, Mevlânâ Abdülhakîm-i Siyâlkûti,
Mevlânâ Cemâleddîn-i Tâluvî, Mevlânâ Ya’kûb Sırfi, Mevlânâ
Hasen-ül-Kubâdânî, Mevlânâ Mîrekşâh, Mevlânâ Mîr Mü’min, Mevlânâ Can
Muhammed Lâhorî ve Mevlânâ Abdüsselâm’dır.
Fadl
Burhân-pûrî, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin güzel evsâfını, doğru
hâllerini dinlemekten hoşlanır, kıymetli ma’rifetlerini işitmekle
zevklenirdi. Onun, kutb-ül-aktâb olduğunu, hakîkat sırlarından verdiği
haberlerin hep doğru olduğunu; sözlerinin doğruluğuna ve hâllerinin
yüksekliğine alâmet ise, İslâm dîninin bütün inceliklerine tâbi olması
ve herkesin onu sevmesi olduğunu söylerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
Guwalyar Kalesi’nde habs olduğu zaman, kurtulması için beş vakit namazda
çok duâ ederdi. Kendisine Serhend taraflarından talebe gelince: “Siz
İmâm-ı Rabbânî’ye yakın olup da, ilmi, ma’rifeti başka yerlerde
arıyorsunuz. Güneşi bırakıp, yıldızların ışığına koşuyorsunuz. Sizlere
şaşıyorum” derdi.
Mevlânâ Abdülhakîm-i
Siyâlkûtî, İmâm-ı Rabbânî’ye ( radıyallahü anh ) çok ta’zîm ve hürmet
ederdi. İnkâr edenlerle mücâdele ederdi. İnkâr edenlere karşı;
“Büyüklerin sözlerine, maksatlarını anlamadan i’tirâz etmek cahilliktir.
Böylelerin sonu felâkettir, ilim ve feyz kaynağı, irfan menba’ı üstâd
Ahmed’in sözlerini red etmek, bilmemezlik ve anlamamazlıktandır” diye
yazmıştır.
Belh şehrinde bulunan Mîr Muhammed
Mü’min Kübrevî, talebesinden birini, inâbet, tövbe ve sülûk için, İmâm-ı
Rabbânî’nin (kuddise sirruh) huzûruna gönderdi. İmâm-ı Rabbânî’nin
huzûruna varınca; üstadından, Seyyid Mîrekşâh’dan, Hasen-i Kubâdâni ve
Kâdı’l-kudât Tulek’den selâm getirdi ve; “Üstadım Mîr Muhammed Mü’min
buyurdu ki: “İhtiyârlığım mâni olmasaydı ve yerim yakın olsaydı, gidip
dersinden istifâde eder, ölünceye kadar ona hizmetçilik ederdim. Kimseye
nasîb olmıyan nûrları ile kalbimi aydınlatmağa çalışırdım. Bedenim
uzakta, gönlüm ise, onunla oradadır. Bu fakiri, huzûrunda bulunan temiz
talebesi gibi kabûl buyurmasını ve mukaddes nûrlarından rûhuma ışık
salmasını yalvarırım ve benim için de mübârek elini öp!” dedi” deyip
İmâm’ın (kuddise sirruh) bir daha elini öptü. Veda edip ayrılırken de
dedi ki: “Belh şehrindeki azîzler, kendilerine, yüksek hakîkatleri
bildiren mektûplarınızdan göndermenizi istirhâm ettiler.” Bunun üzerine
İmâm-ı Rabbânî bir mektûp yazıp, diğer birkaç mektûpla beraber verdi.
Bir müddet sonra, Belh’den Hindistan’a gelen ba’zı sâdıklar dedi ki:
“İmâm’ın (kuddise sirruh) bu mektûbu, Mîr Muhammed Mü’min’e ulaşınca,
okurken zevkinden yerinde duramıyordu. “Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd,
Seyyid-üt-tâife Cüneyd ve bunlar gibi büyükler şimdi sağ olsalardı,
İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) önünde diz çökerler, hizmetinden
ayrılmazlardı” dedi.
O zamanın âriflerinden
biri diyor ki: “Âlimlerin, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh)
yazılarından nasîbleri, câhillerin, hikmet sahiplerinden duyduklarını
anlamaları gibidir.”
O zamanın, ilmi ile amel
eden dindar âlimlerden biri buyuruyor ki: “Kalb ve rûh ilimlerinin
mütehassısları, ya kitap tasnif ederler veya te’lîf ederler. Tasnif
demek; bir ârifin kendine bildirilen ilimleri, esrârı, dereceleri
yazmasıdır. Te’lîf ise, başkalarının sözlerini kendine mahsûs bir sıra
ile toplayıp yazmasıdır. Tasnif çok zamandan beri dünyâdan kalktı.
Yalnız te’lîf kaldı. Fakat, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh)
yazıları, doğrusu, tasniftir. Te’lîf değildir. Ben, onun talebesi
değilim. Fakat insaf ile söylemek lâzım gelirse, onun yazılarına çok
dikkat ediyorum. Başkalarının sözlerini bulamıyorum. Hepsi kendi
keşfleri, kalbine gelen ilimlerdir. Hepsi de, yüksek, makbûl, güzel ve
İslâm dînine uygundur.”
O zamanın en büyük
kadısına, İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâlleri soruldukta, dedi
ki: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve hâllerine bizim aklımız
ermiyor ve almıyor. Fakat İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini
görünce, geçmiş evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim.
Bundan evvel, geçmiş evliyânın acayip hâllerini, garîb ibâdetlerini
okuyunca, talebenin bunları, büyülterek yazmış olmaları hatırıma
gelirdi. Onun hâllerini, vaziyetlerini görünce, bu düşünce ve
tereddütlerim kalmadı.”
Hadîs âlimi Abdülhak-ı
Dehlevî, ilk zamanlar İmâm-ı Rabbânî (kuddise sirruh) hazretlerinin
yazılarını beğenmez, i’tirâzlar yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü
teâlânın inâyetine kavuşarak, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe etti. Hâce
Muhammed Bâkî’nin icâzetli talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed’e,
bu tövbesini şöyle yazdı: “Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî’ye selâmetler
ihsân etsin! Bu fakirin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet
perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa
bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl icâbı idi. Ne
insafsızlık, ne cahillik etmişim. Şimdi kalbimde, vicdanımda duyduğum
mahcubiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri
değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur.” Abdülhak Dehlevî kendi
çocuklarına da mektûp yazarak; “Ahmed-i Fârûkî’nin sözlerine karşı
i’tirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiçbir
bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur” dedi.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri vefâtından sonra da sevilmiş, asırlar boyu
medhedilmiş, eserleri okunup istifâde edilmiştir. Büyük velî Mevlânâ
Hâlid-i Bağdadî hazretleri, ince rûhunun terennümleri ile dolu olan
fârisî dîvânının doksandördüncü sahifesindeki beytlerinde buyuruyor ki:
“Yâ
Rabbî! O nihâyetsiz yolun yolcusu, ilim sahiplerinin reîsi, bu göz ile
görülmeyen, akıl ile varılmayan gizli sırların menba’ı, insanların
anlayamadığı, ancak senin bildiğin büyüklüğün sahibi, köpüren ve
dalgalanan ma’nâlar deryası, maddesizlik ve mekânsızlık âleminin reîsi,
nûrları ile Hindistan’ı aydınlatan, Sihrind şehrini, Mûsâ aleyhisselâma
Allahü teâlânın kelâmı geldiği şerefli va’di yapan, Muhammed
aleyhisselâmın dîninin büyüklüğünün vesîkası, keskin görüşlüler
meclisinin ışığı, dîni bütün olanlar ordusunun kumandanı, düşünülemiyen
yüksekliklere erişen, izinde gidenleri de oraya çeken Ahmed-i Fârûkî’nin
(kuddise sirruh) gözlerinin nûru hürmetine beni affet! Senin af ve
merhamet denizinin sonsuzluğunu düşünerek, rahat ediyorum. Allahım!
Yalnız senin ihsânına güveniyorum. Çünkü, “Ben af ediciyim”
buyuruyorsun!”
Evliyânın büyüklerinden ve
meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, hocası Şah Abdullah-ı
Dehlevî hazretleri yazdığı bir mektûpta şöyle buyuruyor:
“İmâm-ı
Rabbânî’yi sevenler, mü’min ve takvâ sahipleridir. Sevmeyenler ise şâkî
ve münâfıklardır. Bütün âlem-i İslama, İmâm-ı Rabbânî’nin şükrünü eda
etmek vâcibtir.” Yine bu mektûpda; “İnsanlarda bulunabilecek her kemâli
her üstünlüğü, Allahü teâlâ, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine vermiştir...”
buyurarak onun için farsça şu şiiri yazmıştır:
“Her letâfet ki, nihân bûd pes perde-i gayb
Heme der sûret-i hûb-ı tû ıyân sâhte end.
Herçi ber safha-i endîşe keşed kilk-i hiyâl
Şekl-i matbû’i tu zîbâter ezân sâhte end.”
Ma’nâsı:
Gayb perdesi ardında bulunan güzellikler,
Senin eşsiz simanda hepsi zuhur ettiler.
Hayal kalemi gönül sayfasına ne çizse,
Senin düzgün şeklini, ondan güzel ettiler.
Onu
medh edenlerden birisi de, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (kuddise sirruh)
yetiştirdiği ulemâ ve evliyânın en üstünü, âlim, fâdıl, velîyyi kâmil,
sayısız kerâmetler sahibi, Seyyid Tâhâ-i Hakkâri (kuddise sirruh)
hazretleridir.
İmâm-ı Rabbânî’yi (kuddise
sirruh) medheden büyüklerden birisi de, ulemânın zîneti, evliyânın
ekmeli, Seyyid Abdülhakîm Arvâsî Efendi’dir. “rahmetullahi aleyh”.
Sâlihlerden birine yazdığı bir mektûpta buyuruyor ki: “Zikr ve zikrin
te’sîri, derin bir denizdir. Onun derinliklerine kimse varamamıştır. Bir
dalgalı deryadır ki, bütün dünyâ onun bir dalgasını bilmiyor. Dünyâyı
kuşatan öyle bir bahr-i muhittir ki, (okyanustur) onu kavramağa bütün
âlemin gücü yetmez. Zikr; zikr edenlerin kalblerinde hâsıl olan bir
hâldir. Söylemesi, yazması, bildirmesi imkânsızdır.
Hakk Teâlâ'yı, bilen kimsenin dili söylemez olur. Kelime bulamaz ki,
anlatabilsin. Şaşar kalır. Dünyâdan ve insanlardan haberi olmaz. Zikr
olunan, Allahü teâlâ olduğu gibi, zikr eden de ancak O’dur. Kendisini
yine ancak kendisi zikr edebilir. Mahlûkların, O’nu zikr etmek haddîne
mi düşmüştür? Ancak Sıfat-ı ilâhiyesi ile sıfatlanması için, yaratmış
olduğu insana kendisini zikr etmesini emr etmiştir. Herkes,
yaradılışındaki kabiliyeti kadar, o nihâyetsiz ve dalgalı denizden
birşey ile teselli bulur. Veysel Karânî o deryanın bir damlası ile
teselli bulmuştur. Cüneyd-i Bağdadî, o denizden bir avuç miktarı ile
doymuş, kanmıştır. Abdülkâdir-i Geylânî, ancak o denizin kenarına
varmıştır. Muhyiddîn-i Arabî ise, bunun dibinden çıkarılmış bir cevher
ile övünmektedir, İmâm-ı Rabbânî, ondan büyük pay almıştır.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin hocası Muhammed Bâkî-billah’ın (kuddise sirruh)
büyük oğlu Hâce Ubeydullah, İmâm-ı Rabbânî’ye (kuddise sirruh) yazdığı
bir mektûpta onu şöyle medh etmiştir:
“Kölelerinizin
en aşağısı, hakîr Ubeydullah’ın, ihlâs ve ihtisasın menba’ı olan yüksek
makamınıza arzıdır. Bu yolun bütün sarhoşluklarından kurtulup,
ayıklıkta ve uyanıklıkta en ileri gitmiş olanların başı, taliblere yol
gösterenlerin önderi, şeyhülislâm, karanlıkları aydınlatan, bütün
insanların rehberi, uykuda olanların uyandırıcısı, ameli kuvvetli,
vera’ı çok, kemâli üstün, nûr yüzü, nûr kaynağı olan azîz efendim!
İslâm
dîninin kuvvetlendiricisi, nûrlandırıcısı, bid’at ve alçak şeylerden
dînin temizleyicisi, doğruyu ve hakkı söyleyen, dînini kayıran, dînin
sağlam hükümlerini koruyan, hakkı arayanlara feyz verme makamlarının
sahibi, aşağı mertebelerden saadet ufkuna yükselen muhterem efendim!..”
Hicri
ikinci bin yılının müceddidi olan ve ahkâmı İslâmiye ile tasavvufu
birleştirerek “Sıla” ismini alan İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
husûsiyetlerinden ve üstünlüklerinden bir kısmı şunlardır:
1- Kutbluk istidâdı: Kutb olacağı daha hocası Muhammed Bâkî-billah’a talebe olmadan birkaç sene önce bu hocasına bildirilmiştir.
2-
Tasavvufda yüksek hâllere kavuşmadan önce, hocası Muhammed Bâkî-billah
onun cihanı aydınlatacak nûrlarını büyük, bir kandil gibi görüp,
hakkında; “Onun, âlemi, nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum”
buyurdu.
3- Hocası, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine, tasavvufda yetişmek isteyen birini göndererek şöyle
demiştir: “Bizi seven ve size gelen bu dostumuzu altı yedi günde
nihâyete kavuşturmanızı rica ediyorum.” Böylece İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin yüksek derecesine işâret etmiştir.
4- İmâm-ı Rabbânî hazretlerine murâdlık ve mahbûbluk (çekilip götürülmek) mertebeleri verilip, çok yüksek hâllerle müjdelendi.
5- Hocası Muhammed Bâkî-billah’ın huzûrunda, iki-üç ay kadar kısa bir zaman içinde, tasavvufda yetişip tam bir olgunluğa ulaştı.
6-
Çok yüksek derecelerde bulunan hocası Muhammed Bâkî-billah, daha
hayatta iken, irşâd ve feyz verme makamına İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
geçirdi.
7- Yüksek hocası Muhammed Bâkî-billah
bir “mektûbunda kendisinden feyz almak için, huzûruna gitmek üzere
işâret beklediğini yazmıştır.
8- Hocası ondan
istifâde etmek ve feyz almak için yanına gitmiş ve onun hakkında; “O
bizim gibi binlerce yıldızı örten bir güneştir” buyurmuştur.
9-
Yine hocası Muhammed Bâkî-billah birgün; “O, murâdların ve mahbûbların
(çekilip götürülen) büyüklerindendir”, bir başka vakit; “Gök kubbe
altında bugün, bu yüksek yolun velîlerinden onun gibisi yoktur”, bir
başka vakit; “Eshâb-ı kirâm’dan, Tabiînin büyüklerinden ve
müctehidlerden sonra seçilmişlerin seçilmişlerinden İmâm-ı Rabbânî gibi
birkaç kimse görüyorum” buyurdu.
10-Bereketler
ve faziletler sahibi Hâce Muhammed Bâkî-billah’ın vefâtından sonra, çok
gizli ve husûsî sırları açıklayan yazıları ele geçti. Burada dört dâire
çizmişti. Birinci dâirede velâyet, ikinci dâirede vilâyet, üçüncü
dâirede bâtın kemâlâtı, dördüncü dâirede mutlak kemâl kelimelerini
yazıp, bu dört dâirede, Sahabe ve Tabiînden sonra gelen (radıyallahü
anhüm) seçilmişlerin seçilmişlerini, bu dâirelerin etrâfına,
mertebelerine uygun olarak, şüphesiz bir keşf yoluyla, gayb âleminden
kendilerine bildirdiği şekilde yazdı. Bütün bunların arasında en
büyüklerinden on-oniki büyüğü, her dâirede en olgun bir şekilde, dâhil
edilmiş gördüler. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de bu on-oniki kişi
arasında her dâireye girmiş buldular. Muhammed Bâkî-billah defalarca
onun kutb olduğuna işâret etmiştir.
11-Muhammed
Bâkî-billah kendi yüksek nisbetlerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine
verdikten sonra, diğer yollardaki büyükler de kendi nisbetleri ve
terbiye usûllerini kırmızı bir gül gibi ona sunup, daha yüksek makamlara
götürdüler. Evliyâullahdan ba’zılarına verilen vilâyet nisbetini ve
nübüvvet kemâlâtını tamamen İmâm-ı Rabbânî hazretlerine verdiler.
Hepsinin ma’rifeti ile şereflendirdiler. Kendisi birçok defalar bunu
söyleyip şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın, bu kullarının en aşağısına en
büyük yardımı şudur Bu yolda hiçbir sokak, hiçbir makam kalmadı ki, bu
fakiri oradan geçirmemiş olsunlar. Sereyânın, ma’iyyetin, ihatanın,
vahdetin, tesbihin, tenzihin yüksek nisbetlerini, dünyânın ve âhıretin,
varlığı lâzım olanın ve mahlûkâtın esrârını kerem ve ihsân ederek ayrı
ayrı bildirdiler.”
12-Hızır ve İlyas
aleyhisselâmın rûhâniyeti ile görüşüp, konuştu. Ona hayatları ve
ölümleri hakkında bilgi verdiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu
“Mektûbât’ın birinci cild, 282. mektûbunda bildirmiştir.
13-İmâm-ı Rabbânî hazretleri tasavvufda ilerlemeye başladığı ilk sıralarda, Hızır aleyhisselâm ona ilm-i ledünnîyi öğretti.
14-Birgün
İmâm-ı Rabbânî hazretleri murâkabe halkasında bir kırıklık ve
amellerindeki kusurları görme hâlinde iken; “Seni ve kıyâmete kadar
vasıtalı veya vasıtasız seni tevessül, vesile edenleri, senin yolunda
gidenleri ve sana muhabbet edenleri mağfiret eyledim” nidasını duydu.
Ve; “Bunu herkese söyle” diye kendilerine emrettiler. Nitekim Mebde’ ve
Me’âd risalelerinde bunu bildirmiştir.
15-İmâm-ı
Rabbânî hazretlerine; “Elbette o, müttekîlerdendir” ilhamı geldi. Bunun
sebebi şu idi: Birgün vefât eden oğullarından birinin rûhuna sadaka
olarak bir yemek verdi. Bu arada inkisârlarının (kırıklıklarının)
kendisini istilâ etmesinden dolayı buyurdu ki: “Bu sadakamızı nasıl
kabûl ederler. Allahü teâlâ sadakayı kabûl hakkında; “Allah ancak
müttekîlerinkini kabûl eder” buyuruyor. Bunu derken, şöyle bir nidâ
geldi: “Elbette o müttekîlerdendir.
16-İmâm-ı Rabbânî hazretlerine: “Cenâze namazında bulunduğun herkes mağfiret olunmuştur” müjdesi ilham olundu.
17-Magfiret olunması için hangi mezarın başına gitse, kendisine o mezarda bulunanlardan azâbın kaldırıldığı ilham edilirdi.
18-İmâm-ı
Rabbânî hazretlerine ilham olundu ve müjde verildi ki: “Senin
söylediğin ve yazdığın ilimlerin hepsi bizdendir.” Kendisine mahsûs
olup, tereddüt ve şüphe ettiği ilimlerin doğrularını ve hakîkatlerini de
kendisine bildirdiler.
19-İmâm-ı Rabbânî
hazretleri buyurdu ki: “İslâmiyeti gördüm. Kervanın, kervansaraya indiği
gibi, bizim mahallemize, etrâfımıza indi.”
20-İmâm-ı
Rabbânî Hazretleri buyurdu ki: “Ramazân-ı şerîfin son on gününde idi.
Teravih namazını kıldıktan sonra, kendimde bir gevşeklik hissedip
yatağıma yatmak istedim. Yatarken, bu gevşekliğin çokluğundan evvelâ sağ
tarafa döneceğimi unuttum. Hâlbuki bu sünnet idi. Sol tarafa dönüp
yattım. Bir müddet sonra sünneti terk ettiğim hatırıma geldi. Bunu ilk
defa terk ettiğimi düşündüm. O anda unutarak ve sehven olduğu
bildirildi. Fakat, sünneti terketmek korkusu benden gitmedi. Hemen
kalktım; sağ tarafa dönüp yattım. Bunu yaptıktan sonra Allahü teâlânın
nihâyetsiz nûr ve feyzleri zâhir oldu ve şöyle bildirildi: “Sen bu kadar
sünnete riâyet edince, âhırette hiçbir şekilde sana azâb etmem!”
21-Yine
Ramazân-ı şerîfin son on gününde buyurdu ki: “Bu gün son derece güzel
bir hâl zâhir oldu. Yatağımda uzanmış yatıyordum. Gözlerimi kapamıştım.
Yatağımın üzerine bir başkasının gelip oturduğunu hissettim. Bir de ne
göreyim, evvelkilerin ve sonrakilerin seyyidi, efendisi Peygamberimizdir
( aleyhisselâm ). Buyurdu ki: “Senin için icâzet yazmağa geldim. Hiç
kimseye böyle bir icâzet yazmadım.” Gördüm ki, o icâzetnamenin metninde
bu dünyâya âit büyük lütuflar yazılı idi. Arkasında da öbür dünyâya âit,
çok inâyetler yazmışlardı.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu husûsu,
“Mektûbât”ının üçüncü cild, 106’ncı mektûbunda uzun bildirmektedir.
22-Resûlullah
( Aleyhisselâm ) İmâm-ı Rabbânî hazretlerine, yârın kıyâmet günü
binlerce insanı senin şefaatin ile affederler müjdesini verdi. Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Peygamber
efendimizden ( aleyhisselâm ) bu müjdeyi alınca, bu ni’metin şükrünü eda
etmek için, bir ziyâfet verdi. O ziyâfette kendilerinin; “Beni iki
derya arasında “Sıla” yapan Rabbime hamd ederim” sözlerine temasla şöyle
arzettim: “Azîzlerden birisiyle bu husûsda münâkaşa ettik. Dedi ki,
Allah aşkına! Peygamber efendimizden ( aleyhisselâm ) Mehdî hakkında
olduğu gibi, bunun hakkında da böyle bir müjde zâhir olmuş mudur? Ben
dedim ki: “Hadîs-i şerîflerde ona âid bir işâret olmadığını nereden
bileyim ki, biz bütün hadîsleri bilmiyoruz.” O azîz dedi ki: “İmâm-ı
Süyûtî’nin “Cem’ul-Cevâmî”, kitabı bende var. Onda bulunmıyan çok az
hadîs-i şerîf vardır. Gel, bu ümmetin faziletleri kısmında arayalım.” Bu
arama esnasında bir hadîs-i şerîfe rastladık ki, aradığımıza tam uygun
idi. Ve o hadîs-i şerîf şu idi: “Ümmetimden “Sıla” isminde biri gelir.
Onun şefaatiyle, çok çok kimseler Cennete girerler.” Ben o azîze dedim
ki, ne için bu hadîs-i şerîf İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâline bir
işâret olmasın. “Olabilir” dedi ve sustu. Onların kalemi ile açık olarak
yazılan “Sıla” kelimesini duydum ve gözümü hadîs-i şerîfin sonu olan
şefaat kelimesine diktim. Elhamdülillah ki, o müjdeye de kavuştum.
Hazret-i İmâm tebessüm ettiler ve bu fakîr hakkında iltifâtlar
buyurdular.
23-Hazret-i İmâm Peygamber Efendimiz'in ( Aleyhisselâm ) yedi derecesine mutâbe’at, ya’nî uymak
nûrları ve bereketleri ile şereflendi.
24-Vesveseler
veren Hannâsı (Şeytanı) İmâm-ı Rabbânî’nin sinesinden dışarı
çıkardılar. Kendisi bunu şöyle anlatmıştır: “Duhâ (kuşluk) namazında
idim. Aniden sinemden büyük bir belânın dışarı çıktığını gördüm. Ondan
sonra, onun yuvasının da sinemden çıkarıldığını gösterdiler. Etrâfında
bulunan büyük zulmetten de bir eser kalmadı. Kalbimde büyük bir inşirah
(ferahlık) buldum. Göğsümden çıkanın, Resûlullah'ın ( Aleyhisselâm )
ondan Allahû Teâlâ'ya sığınmakla emir olunduğu Hannâs olduğunu
bildirdiler. Ve yine bildirdiler ki, usûl-i dinde zâhir olan düşünce ve
tehlikelerin menşei bu Hannâsdır ki, göğüste yuvası vardır. Kalbi her
zaman oradan iğneler.
25-Allahû Teâlâ mutlak
inâyet ederek, gizli şirki İmâm-ı Rabbânî’nin ibâdetlerinden kaldırdı.
Buyurdular ki: “Birkaç gün amellerdeki kusurlarımı görme hâli, beni o
kadar kapladı ki, namazda Fâtiha sûresini okurken; “Elbette sana ibâdet
ederiz” kelâmına gelince, hayret edip; “Eğer bunu okursam, onun
ma’nâsıyla hâllenmiş değilim” dedim. Ve; “Ey îmân edenler! Niçin
yapmıyacağınız şeyi söylersiniz?” (Saff-2) âyet-i kerîmesi ile amel
etmiş olurum; aklıma geldi. Okumazsam, onsuz namaz tamam olmaz diye
düşündüm. Bu hâlde iken, Allahü teâlâ, benim ibâdetlerimden şirki
kaldırdığını bildirdi. “İyi bil ki, Allah için olan din, şirk ve riyadan
uzak olarak ibâdet etmektir.” (Zümer-3) âyet-i kerîmesinin ma’nâsı
zâhir oldu. Bunun için Allahü teâlâya hamd ederim.
26-İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) bağlılığının
çokluğundan, İmâm-ı a’zamın ve İmâm-ı Şafiî’nin ( radıyallahü anh ) ve
bütün talebelerinin ictihâdlarına ittibâlarının fazlalığından, hepsinde
fenâ ve bekâya kavuştular. Bunu kendisi şöyle anlatmıştır: “Bir sabah
zikr halkasında idim. Aniden bir fenâ hâli zâhir oldu. Kendimden geçtim.
Bu hâl o günün ikindi namazından sonrasına kadar devam etti. Gördüm ki;
ümmetin ışığı, İmâmların İmâmı, Ebû Hanîfe Kufi ( radıyallahü anh )
bütün talebeleri ile ve kendi mezheblerindeki bütün müctehidlerle
etrâfımda toplandılar ve beni sardılar. Hocalarından İbrâhim Nehaî
gibileri de orada gördüm. Sonra gördüm ki, İmâm-ı a’zâmın ve bu
imamlardan hepsinin nûru bana geldi. Ben onların bu nûrlarından kendime
geldim ve bekâya kavuştum. Tamamen o nûrlara gömüldüm. Her birinin
nûrunu ayrı ayrı kendimin bir parçası gördüm, İki-üç gün sonra aynı
huzûr ve bekâ, İmâm-ı Şafiî ve talebesi ve mezhebindeki müctehidleri ile
zuhura geldi. Hanefî âlimlerinin benden ayrılıp çıktıklarını, İmâm-ı
Şafiî’nin talebesinin ve müctehidlerinin bana geldiklerini, kalbime
girdiklerini gördüm. Evvelkiler gibi, bunların da nûrları benim
parçalarım oldu. Birkaç saat sonra, Hanefî mezhebinin nûrları, eskisi
gibi tekrar bana geldiler. Şimdi kendimi bu iki mezhebin nûrlarına
kavuşmuş buluyorum...”
27-İmâm-ı Rabbânî
hazretleri buyurdu ki: “Erkeklerden ve kadınlardan vasıtalı ve vasıtasız
olarak bizim yolumuza girmiş olanları ve girecekleri bana gösterdiler.
İsimlerini, soylarını, doğum zamanlarını ve memleketlerini bize
bildirdiler. İstersem hepsini tek tek sayabilirim. Hepsini bana
bağışladılar.”
28-Yine buyurdu ki:
“Hindistan’da peygamberler geldiğini bildirdiler (aleyhimüsselâm).
Ba’zılarına üç, ba’zılarına iki, ba’zılarına bir kişi imân etti.” Bu
memlekette bulunan, bu peygamberlerin ba’zılarının mübârek mezarlarını
da İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gösterdiler ve onların nûrlarını müşâhede
eylediler.
29-İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en
büyük husûsiyetlerinden biri de şudur Vefâtına yakın buyurdu ki: “Bir
insana verilmesi mümkün olan bütün kemâlleri, olgunlukları bana ihsân
eylediler. Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, tâbi olmak ve
verasetle bu makama kavuşturdular.”
30-Buyurdu
ki: “Birgün amellerimdeki kusuru görme hâli beni kapladı. Büyük bir
pişmanlık ve kırıklık içinde iken “Allahü teâlâ için tevâzu göstereni,
Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfi gereğince, şöyle bir nidâ geldi:
“Seni ve kıyâmete kadar seninle vasıtalı ve vasıtasız olarak tevessül,
vesile edenleri mağfiret eyledim.”
İbâdetleri
ve âdetleri: İmâm-ı Rabbânî hazretleri yüksek hâller ve binlerce kerâmet
sahibidir: Bu husûsta şöyle buyurmuştur: “Gerçi amel ve işlerden bize
ne ihsân olunduysa bunları husûsi ihsân ve mücerret ikram ile bilirim.
Bunun sebebi ise Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) mutabeat, uymak
sebebiyledir, işimin esâsını bunda bilirim. Bana verilenlerin hepsini,
az olsun çok olsun Peygamberimize ( aleyhisselâm ) uymak, tâbi olmak
sebebiyle verdiler. Vermediklerini de, insanlık icâbı olarak, bu tâbi
olmaktaki noksanlıktan dolayı vermediler.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından olan Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün Hazret-i İmâm’ın huzûrunda
oturuyordum. Onlar ma’rifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması
sebebiyle kalkıp helaya gitti. Fakat hemen sür’atle dışarı çıktı. Böyle
sür’atle helaya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim.
“Acaba bunun sebebi nedir?” dedim. Heladan çıkar çıkmaz su ibriğini
istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve oğaladı. Sonra
tekrar helaya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: “Bevl
sıkıştırdı, acele ile helaya girdim ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine
gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol
etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki, o nokta Kur’ân-ı kerîmin harflerini
yazarken kullanılırdı. Orada oturmağı doğru görmedim ve edebe riâyete
uygun bulmadım. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu
sıkıntı, bir edebi terketmenin vereceği sıkıntının yanında çok az
göründü. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim.”
“Bir
başka zaman yine huzûrlarında idim. Mevlânâ Sâlih-i Haşlânî’ye emir
buyurup; “Bahçeden birkaç karanfil alıp getir” dedi. O da altı tane
karanfil alıp getirdi. Karanfilleri çift sayıda getirdiği için onu
azarladı ve; “Bizim en aşağı bir talebemiz, hiç olmazsa şu kadarını
duymuştur ki: “Allahü teâlâ tektir ve teki sever.” Tek’e riâyet ve
dikkat müstehâbdır. İnsanlar müstehâbı ne zannediyorlar. Müstehâb,
Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünyâyı ve âhıreti Allahü teâlânın
sevdiği birşey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar” buyurdu.
Sonra buyurdu ki: “Biz müstehâba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü
yıkarken önce suyu sağ tarafımıza getiririz. Çünkü sağdan başlamak
müstehâbdır.”
Birgün sedir üzerinde yaslanmış
oturuyordu. Aniden fırlayıp yere indi ve şöyle buyurdu: “Yatağın altında
bir kâğıt gördüm. Bu kâğıt üzerinde birşey yazılı olup olmadığını,
varsa ne yazılı olduğunu anlayamadım. Bir kimseye o kâğıdı alıp
kaldırmasını söyleyecektim. Fakat bu kadar zaman bile oturmayı edebe
aykırı gördüm.”
Bir başka vakit, hafızlardan
biri kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak,
Kur’ân-ı kerîm okumağa başladı, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu durumun
farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip
yere oturdu. Hiçbir zaman Kur’ân-ı kerîm okumakta olan hafızdan yüksekte
oturmazdı.”
Zamanının meşhûr âlimlerini ve
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini de görmüş olan bir zât şöyle anlatmıştır:
“İmâm-ı Rabbânî hazretlerini görüp sohbetinde bulunduktan sonra,
Burhânpûr şehrinde bulunan onu sevenlerden meşhûr Şeyh Muhammed bin
Fadlullah’ın huzûruna gitmiştim. Bu zât benden İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini sordu ve; “O büyüğün huzûrunda bulunmuşsun, hadi
gördüklerini anlat da dinleyelim” dedi. Ben cevâbımda; “Benim gibi bir
maksatsızın, onun kalb hâllerinden ne haberi olur? Ama zâhirde sünnet ve
sünnetin inceliklerine riâyet ve dikkat husûsunda, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini şöyle buldum ki, eğer bu zamanın bütün velîleri toplansa,
onun yaptıklarının yüzde birini yapamazlar” dedim. Bunun üzerine Şeyh
Muhammed bin Fadlullah çok sevindi ve şöyle buyurdu: “Madem ki böyledir,
onun gibi bir din büyüğü, sırlardan ve hakîkatlerden ne söylerse ne
yazarsa, hepsi sahih ve doğrudur. Bunların doğru olduğuna ve bunlara
kavuştuğuna işâret, sözlerinin doğruluğu ve hâllerinin tamamen sünnete
uygun olması yetişir.”
Zamanın devlet
adamlarından biri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hâlleri hakkında
tereddütteydi. Birgün Hazret-i İmâm’ın komşusu ve kadıların reîsi olan
zâtla, yalnız bir yerdeyken; “Siz âlim bir zâtsınız, doğru konuşursunuz
ve çok dindarsınız, komşunuz olan azîzin hâlini bana anlatınız” dedi.
Bunun üzerine o zât şöyle dedi: “Kalb ve rûh âlimlerinin sözlerine ve
hâllerine bizim aklımız ermiyor ve almıyor. Fakat şu kadar söyleyeyim
ki; “İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) hâllerini görünce, geçmiş
evliyânın hâllerini ve sözlerini anladım ve bildim. Çünkü bundan evvel,
geçmiş büyük evliyânın acâib hâllerini, riyâzetlerini, garip
ibâdetlerini kitaplarda okuyunca, onları sevenlerin bunları abartarak
yazmış oldukları hatırıma gelirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
hâllerini görünce, bu düşünce ve tereddütlerim kalmadı. Hattâ bu hâlleri
yazanlara, az yazdıklarından dolayı kırılıyorum.”
Talebelerine
zikre çok devam etmelerini, huzûr ve murâkabeyi çok istemelerini
gösterir ve buyururdu ki: “Bu dünyâ; amel, çalışma, huzûr ve hâl elde
etme yeridir. Bu kalb hâllerini, dîne uyarak yapılan zâhirî amellerin
neticesi olduğunu biliniz.”
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin fıkıh mes’elelerinde ilmi çoktu ve her mes’eleye ânında
cevap verebilecek bir derecedeydi. Usûl-i fıkıhta da tam bir maharet
sahibiydi. Fakat ihtiyâtının çokluğundan, çoğu zaman kıymetli fıkıh
kitaplarına başvururdu. Seferde ve hazarda ba’zı kıymetli fıkıh
kitaplarını yanında bulundururdu. Onların bütün gayreti, müftâbih, fıkıh
âlimlerinin üzerinde ittifâk ettikleri fetvâlara, dâima uymaktı. Ba’zı
fıkıh âlimlerinin caiz dediği, ba’zılarının mekrûh dediği bir işte, o
kerahet tarafını tercih eder ve o işi yapmazdı. Buyururdu ki: “Bir
mes’elenin yapılmasında ve yapılmamasında, helâl ve haram olmasında
ihtilâf olursa, yapılmaması ve haram tarafını tercih etmeği mümkün
olduğu kadar elden kaçırmamalıdır.”
Yaz olsun,
kış olsun, seferde ve hazarda; ekseriya gecenin yarısından sonra, ba’zan
da gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalkar, o vakitte okunması sünnet
olan duâları okur, mükemmel bir abdest alırdı. Abdest alırken bir
başkasının su dökmesini istemezdi. Abdest suyunda o kadar ihtiyâtlı
davranırdı ki, bundan fazlası tasavvur olunamaz. Abdest alırken kıbleye
dönmeye çok dikkat ederdi. Fakat ayaklarını yıkarken, kuzeye ve güneye
dönerlerdi. Ya’nî, ayaklarını kıbleye karşı yıkamaz, kıbleye ayak
uzatmazdı. Her abdestte misvak kullanmağa ve her namazda abdest almağa
çok dikkat ederlerdi. Her uzvu üç defa yıkar, her defasında, elleriyle
uzuvdan suyu silerdi, tâ ki yıkanan uzuvdan ve ellerinden damlama
ihtimâli kalmasın. Bunun sebebi; abdestte kullanılmış suyun temiz ve
necis olması hakkında ihtilâf vardır. Her ne kadar fetvâ, temiz olduğuna
dâir ise de, ihtiyâtlı davranırdı. Her uzvu yıkarken, Kelime-i şehâdet
ve “Tekmile-i Mişkât” gibi hadîs kitaplarında, ba’zı fıkıh kitaplarında
ve “Avârif-ül-Meârif’de. bildirilen abdest duâlarını okurdu. Abdesti
bitirdikten sonra, o vakitte okunması bildirilen duâyı okurlar ve
teheccüd namazına başlardı. Tam bir itminan, huzûr ve cem’iyyetle, uzun
sûreler okuyarak teheccüd namazı kılardı. Öyle ki, insan gücü buna zor
takat getirirdi. İlk zamanlarında, teheccüd, kuşluk ve feyz-i zeval
namazlarında, Yâsîn sûresini tekrar tekrar okurdu. Hattâ bu sûreyi, bir
namazda seksen defa okuduğu olurdu. Ba’zan daha az, ba’zan daha çok
okurdu. Son zamanlarda, daha çok, namazda Kur’ân-ı kerîmi hatm ile
meşgûl oldu. Teheccüd namazını bitirdikten sonra tam bir huşû’ ve
istiğrak ile sessizce murâkabeye otururdu. Sabahtan iki-üç saat önce,
sünnete uyarak bir müddet yatardı, tâ ki teheccüd namazı, iki uyku
arasında olsun. Sonra ortalık ağarmadan tekrar uyanır, sabah namazını
kılardı. Sabah namazının sünnetini evde kılar, sünnetle farz arasında
sessiz olarak; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi sübhânallahil azîm” duâsını
devamlı okurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan sonra işrâk vaktine
kadar, mescidde talebeleri, eshâbı ile murâkabe halkasında oturur, sonra
iki selâmla dört rek’at işrâk namazı kılardı. O vakitte okunması îcâb
eden tesbihler ve duâlar ile meşgûl olurdu.
Sonra
evine gider hanımının ve çocuklarının hâllerini sorar eve lâzım olan ve
yapılması îcâb eden işleri söylerdi. Sonra husûsî odasına çekilir,
Kur’ân-ı kerîm okurdu. Bundan sonra da talebelerini çağırıp hâllerini
sorardı. Yâhud da talebelerinin en yükseklerini çağırır, kendisine
mahsûs sırlardan bahseder, bu sırları dinleyen talebeleri kendinden
geçerdi. Çünkü bu marifetleri dinlerlerken kendi nisbetlerini ve
kendisine verilen ni’metleri onların kalblerine akıtırdı. Ba’zan
talebelerinden herbirine, hâline ve istidâdına göre bir vazîfe verirdi.
Talebelerinde hâsıl olan bir hâli ve değişmeyi anlardı. Hepsine yüksek
maksatlı olmayı, sünnete uymayı, dâima zikr, murâkabe, huzûr ve
hâllerini gizlemek üzere olmalarını, tekrar tekrar söylerdi. Buyururdu
ki: “Eğer bu dünyâyı ve içerisindekileri Allahü teâlânın beğendiği, râzı
olduğu bir işe vermekle, onun rızâsına uygun bir iş yapılacağı
bildirilse, bunu büyük bir ganîmet biliniz. Bu, bir kimsenin kırık saksı
parçaları ile, dünyânın en kıymetli mücevheratını satın almasına
benzer.” “La ilahe illallah, Muhammedün Resûlullah” mukaddes kelâmını
tekrar tekrar söylemek husûsunda şöyle buyurdu: “Görüşün ve gidişin âciz
kaldığı, arzu ve himmet kanatlarının düştüğü, her bilgi ve buluşun
dışına çıkıldığı zaman, insanı; (La ilahe illallah Muhammedün
Resûlullah) tevhîd kelimesinden başka, birşey ilerletemez. Bu kelimenin
âgûşuna sığınmadan, oralarda yükselmek olamaz. Sâlik, bu güzel kelimeyi
bir kere söylemekle, o makama yükseliyor. Bu yüksek kelimenin işâret
ettiği hakîkat sayesinde, o makamdan yukarıya ilerliyor. Kendinden
uzaklaşıp, Allahü teâlâya yaklaşıyor. O yolun en az bir parçası, bütün
bu gökler küresinden katkat çoktur. Bu kelimenin üstünlüğünü buradan
anlamalıdır. Bütün mahlûkların, bu kelime yanında varlığı hiç kalır.
Duyulmaz bile. Büyük bir deniz yanında, bir damla kadar da değildir. Bu
güzel kelimenin derecesi ne kadar yüksek ise, bu mukaddes kelimenin
büyüklüğü, o kadar çok meydana çıkar. Arabî şiir tercümesi:
Güzelliği o kadar çok görünür,
Ona bakış, ne kadar çok olursa,
Dünyâda
bundan daha kıymetli, daha üstün bir arzu olmaz ki, insan, her
bulunduğu yerde, (her işinde, her vazîfesinde) bu güzel kelimeyi tekrar
tekrar söylemekle lezzet alsın ve haz duysun. Ama ne yapılabilir ki,
bütün arzular ele geçmiyor, insanlarla konuşmak ve gaflete düşmek
çaresiz oluyor.”
Kendi talebelerine fıkıh
kitaplarını mütâlâa etmelerini söylerdi ve şöyle buyururdu: “Din
âlimlerinin kitaplarından, dînin sağlam hükümlerini araştırınız,
çıkarınız. Hangileri müftâbihdir, hangileri ile amel edilmiştir ve
hangileri bid’at ve merdûtturlar öğreniniz! Çünkü Peygamber efendimizin (
aleyhisselâm ) zamanından çok uzak kaldık. Çok şeyler bozuldu. Bid’at
ve günahların zulmeti her tarafı kapladı. Bu zulmette sünnet-i seniyye
nûrundan, ışığından başka kurtuluş yolu yoktur.” Yine buyururdu ki:
“Keşf gözüyle görüyorum ki: Bid’atler karanlık bir girdap gibi, bütün
dünyâyı sardılar. Sünnetin nûru her tarafta ateş böcekleri gibi
görünüyor.”
Sohbetlerinin çoğu sükût ile
geçerdi. Sohbetlerinde bir müslüman gıybet edilmez, kimsenin aybı zikr
olunmazdı. Talebeleri onun olduğu yerde, gayet edeb ve huşû’ ile
otururlardı. Temkin (dikkat) ve istikrarı (kararlılığı) o derece idi ki,
bu kadar yüksek hâllere sâhib olduğu hâlde, onlarda bir değişme eseri
görülmezdi. Coşma, bağırma, hattâ yüksek sesle “Ah!” bile söylediği
görülmezdi. Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle demiştir, “İki sene
huzûrlarında bulunduğum hâlde, üç-dört defa gözyaşlarının temiz
yüzlerine indiğini gördüm. Yine üç-dört defa yüksek ma’rifetleri beyân
ederken gözlerinde ve yüzlerinde kırmızılık, iki mübârek yanaklarında
hararet terleri ve kırmızılığı müşâhede eyledim. Birgün bir ma’rifeti
beyân ederken, bir müddet sustular. Bu susma zamânındaki duraklamada,
büyük hâller, yüksek muâmeleler zâhir oldu. O zaman gözlerinde kendinden
geçme eserleri ve bir parça kırmızılık göründü.”
Dahve-i
Kübrâ vaktinde, kuşluk namazını sekiz rek’at olarak, odalarında yalnız
olarak kılar, sonra talebeleri ile yemek yerlerdi. Yemeğe önce kendisi
başlardı. Bütün oğullarına ve talebelere pişen yemeklerden verirdi.
Oğullarından, talebelerinden veya hizmetçilerinden biri orada
bulunmasaydı, onun yemeğinin ayrılmasını emrederdi. Yemekten sonra
bildirilen duâları okurdu. Son zamanlarında uzleti, yalnızlığı seçmişti.
Çoğu zaman oruç tutardı. Ve aynı odada yemek yerdi, insanlar arasında
meşhûr olan, yemeklerden sonra Fâtiha okumak, onlardan çok az
görülmüştür. Çünkü, sahih hadîslerle gelmemiştir. Her gün öğleden önce,
bir defa, bir şeyler yerlerdi ve bu yedikleri de çok az olurdu. Bununla
beraber, şöyle buyururdu: “Ne yapayım ki, âhır zaman geldiği için
yemeklerde de bereket kalmadı. Açlıkta, dünyânın ve dînin Serverine (
aleyhisselâm ) tamamen uymak ele geçmiyor.” Yine şöyle buyururdu:
“Ârifi, meleklikten insanlığa yaklaştıran, yemekten başka bir şey
değildir. Yemeği huşû’ ve huzûr ile yerdi Yemek yerken, sol dizi
yatırır, sağ dizi dikerek otururdu. Ba’zan da, bağdaş kurarak yemek
yerdi. Öğleden önce sünnet olduğu için bir müddet kaylûleye yatar
uyurdu. Müezzini, öğlenin evvel vaktinde ezan okurdu. Ezanı duyar duymaz
hemen abdest alır, öğlenin sünnetini kılardı ve buyururdu ki:
“Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) bi’setten vefât edinceye kadar,
öğlenin sünnetini terketmedi.” Bu namazda ba’zan uzun, ba’zan kısa
okurdu. Sonra dört rek’at farzı, sonra iki rek’at sünneti sonra da dört
rek’at daha nafile kılardı, öğle namazı bittikten sonra, hafızdan bir
cüz veya daha az, yâhud daha çok Kur’ân-ı kerîm dinlerdi. Eğer verilecek
ders varsa, verirdi. Eğer hafız orada olmazsa kendi odasına gidip,
Kur’ân-ı kerîm okurdu, ikindi namazını, her şeyin gölgesinin, iki
mislini geçtikten sonra, evvel vaktinde kılardı, İkindi namazından
evvelki dört rek’at sünneti terkettiği görülmemiştir, ikindiden sonra
akşama kadar, talebeleriyle beraber, sessizce murâkabede otururlardı.
Bu, sabah ve ikindi halkalarında, kalben talebelerin hâllerine teveccüh
ederdi.
Akşam namazını, hava bulutlu değilse,
vaktin evvelinde kılar, farzdan sonra kalkmadan on kere kalbden; “La
ilahe illallahü vahdehû lâ şerîke-leh, Lehü’l-mülkü ve Lehü’l-hamdü
yuhyî ve yümît biyedihil-hayr ve hüve alâ külli şey’in kadir” kelimesini
okurdu. Farzdan ve sünnetlerden sonra; “Allahümme entesselâm ve
minkesselâm tebârekte yâ zelcelâli vel-ikrâm” duâsından fazla bir şey
okumazdı, iki rek’at sünneti kıldıktan sonra, evvâbîn namazını kılar,
sonra o vakitte bildirilen duâları okurdu. Evvâbîn namazını altı rek’at
kılardı. Ba’zan da dört rek’at kıldıkları da olurdu. Bu husûsta buyurdu
ki: “Ba’zı hadîs şerhedicileri, hadîste bildirilen altı rek’ata, akşam
namazının iki rek’at sünnetinin de dâhil olması muhtemeldir dediler.” Bu
namazda ekseriya Vâkıa sûresini okurdu. Yatsı namazını İmâm-ı a’zamın
bildirdiği vakte göre, ufuktaki beyazlık kaybolunca kılardı. Yatsının
farzından evvel dört rek’at sünneti kılardı, İki rek’at yatsının
sünnetinden sonra, dört rek’at nafile kılardı. Son dört rek’at sünnette,
Elif lam mim, Secde, Tebâreke ve Kulyâ eyyühelkâfirûn ve Kulhüvallahü
ehad sûrelerini okurdu. Ba’zan o dört rek’atta dört kul (ya’nî kulyâ
eyyühel kâfirûn, kulhüvallahü ehad ve kul e’ûzüleri) ayrı ayrı okurdu.
Eğer bu dört rek’atta, Elif lam mim, Secde sûresini ve Mülk sûresini
okumazsa, vitir namazından sonra, bu iki sûreyi ve Duhân sûresini okur,
bunların bu vakitlerde okunmasını talebelerine söylerdi. Vitir namazının
birinci rek’ atında ekseriya “Âlâ” sûresini, ikinci rek’atta “Kâfirûn”
sûresini, üçüncü rek’atta “İhlâs” sûresini okurdu. Hanefî’nin kunût
duâsına Şafiî’nin kunût duâsını ilâve ederdi. Vitir namazını kıldıktan
sonra oturarak iki rek’at nafile namaz kılardı. Birinci rek’atta
“Zilzal”, ikinci rek’atta “Kâfirûn” sûrelerini okurdu. Son zamanlarında,
bu iki rek’ati nâdir olarak eda eyledi ve buyurdu ki: “Fıkıh
âlimlerinin bu husûsta çeşit çeşit sözleri vardır.” Vitir namazından
sonra âdet hâline gelen iki secdeyi yapmazdı. Buyururdu ki “Âlimler
bunun kerâhiyyetine fetvâ verdiler. Vitir namazını ba’zan yatsıdan,
ba’zan da teheccüd namazını kıldıktan sonra kılardı. Ba’zılarının
yaptığı gibi, gecenin evvelinde kılınan vitir namazını, gece kalkınca
bir daha kılmazdı. Buyururdu ki: “Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm )
buyurdu ki: “Bir gecede iki vitir olmaz.” Yine buyurdu ki: “Bir gece
bana gösterdiler ki: Vitir namazını kılmayıp yatan ve gecenin sonunda
kılacağım diye niyet edene, sevâb meleği, vitir namazını kılıncaya kadar
sevâb yazar. O hâlde, vitir ne kadar geç kılınırsa, o kadar iyi olur.
Bununla beraber buyurdu ve hattâ yazdı ki: “Vitri acele kılmakta veya
te’hir eylemekte Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) uymaktan başka
hiçbir şey göremiyorum. Ve, hiçbir fazileti mutâbeat (tâbi olmak)
ayarında bulamıyorum. Resûlullah ( aleyhisselâm ), vitri ba’zan gecenin
evvelinde, ba’zan da gecenin sonunda kılardı. Şekilde ve sûrette de
olsa, kendi se’âdetimi her işte, O servere ( aleyhisselâm ) benzemekte
bilirim. Binlerce gecenin ihyasını, bir mutâbeatın, Resûlullaha bir işte
uymanın, yarısına değişmem. Ramazân-ı şerîfin son on gününde i’tikâfta
idim. Talebeleri toplayıp dedim ki: “Resûlullaha ( aleyhisselâm ) tâbi
olmaktan başka hiçbir şeye niyet etmeyiniz ki, bizim insanlardan
ayrılmamızdan ve uzletimizden ne çıkar. Yüzlerce tutulmayı bir mutâbeati
(uymayı) elde etmek için kabûl ederim. Ama tevessülsüz (vesilesiz),
binlerce uzleti kabûl etmem. Beyt:
“Gözü sarayda olan, hiçbir şeyi göremez,
Bahçesindeki bostanı, lâleyi, gülü bilemez.”
Allahû Teâlâ', Peygamberine ( Aleyhisselâm ) tam uymağı nasîb eylesin.”
Yatsı
namazını ve vitir namazını kıldıktan sonra, hemen yatmaya giderdi.
Yatmadan evvel okunması bildirilen âyetleri ve duâları okurdu. Yatsıdan
sonra hemen yatmak hakkında buyururdu ki: “Yatsı namazından sonraki
uyanıklık, gecenin sonundaki uyanmayı geciktirir.” Eğer bir kimse bu
vakitte yanlarında otursa, gayet resmî konuşurdu.
Son
zamanlarda, Cum’a geceleri talebelerini toplarlar, bin adet salevât-ı
şerîfe okuyup Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gönderirlerdi. Bunu
bitirdikten sonra, bir müddet murâkabede oturur, tam bir inkisar
(kırıklık) ile duâ ederdi. Tavırlarından bununla emr olunduğu
anlaşılırdı. Ya kendisinin tertîb ettiği bir cüzden daha fazla olan
salevât-ı şerîfe risalesini, veya Abdülkâdir-i Geylânî’nin ( radıyallahü
anh ) tertîb eylediği, salevât-ı şerîfe risalesini okurdu.
Cum’a
namazında câmiye ve bayram namazlarında bayram namazının kılındığı yere
giderdi. Cum’a namazından sonra, ihtiyâten zuhru âhır namazını da
kılardı. Cum’a namazını kıldıktan sonra, Fâtiha, İhlâs ve
mu’avvizeteyn’in herbirini yedi kerre okurdu. Kurban Bayramı günü
tekbirleri, yoldan giderken yüksek sesle söylerdi. Ba’zan da “Müdmerat”
kitabındaki fetvâya uyarak alçak sesle söylerdi. Zilhiccenin ilk dokuz
gününde, gündüzleri oruç tutardı, geceleri, sabahlara kadar ibâdet eder,
uzlete çekilip ibâdet ile meşgûl olurdu. Hacca gidenlere müstehâb
olduğu için, onlara benzemek niyetiyle o günlerde saç ve tırnak
kesmezlerdi. Ama, arefe günü, Arafattakilere benzemek için, hacıların
yaptıklarını yapmazdı. Bu on günde gece ve gündüz, “Velfecr” sûresini
okurdu. Bunun gibi, bu ayın onundan sonra Küsûf namazı kılardı. Teravih
namazlarını seferde ve hazarda tam bir cem’iyyet ve huzûr ile kılar,
Kur’ân-ı kerîmi tekrar tekrar hatm ederdi. Bu günlerde iki veya üç defa
hatm ederdi. Teravih namazı aralarında ba’zan salevât-ı şerîfe, ba’zan
da bu zamanda okunması îcâbeden duâları okur, üç kerre “Sübhâne
zil-mülki ve’l-melekût...” duâsını okurdu. Ramazânın hâricinde de dâima
hatm okurdu. Buyururdu ki: “İnsanlar arasında meşhûr ve şevk ile
mukarrer olan “Hatmi Ahzâb” bu yolun sohbetlerinde sünnet olarak
söylenmiştir.” Buyurdu ki: “Azîzlerden biri, Mevlânâ Ya’kûb-i Çerhî’nin
(kuddise sirruh) yazdığı şu şiiri görmüş ve “Hatmi Ahzâb”ı şöyle
bildirmiş: Beyt:
“Fâtiha, En’âm, Yûnus, Tâhâ’yı eyle tamam,
Ankebût’la, Zümer’le, Vâkıa’yla vesselâm.”
Kur’ân-ı
kerîm okurken, dinliyenler, okumasından ve simasından, Kur’ân-ı kerîmin
esrârının ve bereketlerinin ona akıp geldiğini anlarlardı. Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Birgün tilâvet (Kur’ân-ı kerîm okuma)
esnasında, bu fakire dönüp; “Sübhânallahi ve bi-hamdihi”, Kur’ân-ı
kerîmde, Allahü teâlâ ile Habîbi arasında çok sırlar vardır ki, onları
ancak Râsih ilimli âlimler anlar” buyurdu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri namaza dururken, tekbir almak üzere iki elini
kulaklarına kaldırır, avuç içlerini kıbleye çevirir, parmaklarının
arasını hafif açık tutar, baş parmaklarını kulak yumuşaklarına değdirir
ve; “Allahü ekber” diyerek tekbir alırdı. Sağ elini sol eli üzerine
koyup, sağ elinin baş ve serçe parmağını halka yaparak sol elinin
bileğini kavrardı. Namazda iki ayağı arasındaki mesafe, dört parmak
genişliğinde idi. Namazda ayakta dururken, kıyâmda iken, her iki ayağı
üzerine tam basardı. Tek ayağı üzerine meyl etmezdi. Kıyâmda iken, secde
edeceği yere bakardı. Kırâati, okumayı, tecvid kaidelerine uygun ve
tertil üzere tek tek okur, âyet-i kerîmelerin ma’nâlarını anlar,
esrârına ererdi. Kıyâm ve kırâattan sonra tekbir alıp rükû’a eğilirdi.
Rükû’da başını sırtıyla aynı hizada tutup, belini de düz tutardı.
Rükû’da el parmakları ile diz kapaklarını kuvvetlice kavrar, ayaklarına
bakardı. Rükû’dan doğrulunca kavme yapar, sübhanallah diyecek kadar,
ya’nî bir tesbih miktarı ayakta dik dururdu, İmâm olunca, rükû’dan
kalkarken; “Semiallahü limen hamideh” der sonra içinden; “Rabbena lekel
hamd” söyler. Cemâat ile kılarken ise İmâm: “Semiallahü limen hamideh”
dedikten sonra o: “Rabbena lekel hamd” derdi, iki secde arasında bir
tesbih söyleyecek kadar durur “celse” yapardı. Secdede kucağına bakardı.
Secdede karnını dizlerine ve uyluklarına bitiştirmez, açık tutardı.
Secdede a’zâlarını yere tam koyardı. Rükû’da ve secdede öyle bir hâl ve
yakınlık hâsıl olurdu ki, onu ancak kendisi bilirdi. Rükû’ ve secdede,
el ve ayak parmaklarını kıbleye karşı uzatırdı. Talebeleri ve kendisine
bağlı olan eshâbı namazı onun gibi kılmaya çalışırlardı.
Talebelerinin
meşhûrlarından Bedreddîn Serhendî şöyle anlatmıştır: “Ben, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebesi olmadan önce, ba’zan Cum’a namazı kılmak
için onun mescidine giderdim. Mescidde onun namaz kıldığını görenler
“Sanki o, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nasıl namaz kıldığını görerek
namaz kılıyor” derlerdi. Ben âlimlerden ve şeyhlerden çok kimsenin namaz
kılışını gördüm, fakat, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz kılışı gibi
hiç kimsede görmedim. Namazın âdabına ve erkânına öylesine uyardı ki,
onun namaz kılması büyük bir hârika idi. Öylesine bir ta’zim, temkin,
huşû’, vekâr ve inkisar gösterirdi ki, böyle namaz kılmak, ancak
Resûlullaha ittibâ tam tâbi olmak ve râsih âlim olmakla ve bâtını
kuvvetin nihâyetine ulaşmakla mümkün idi. Benim ve pekçok kimsenin
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine talebe olması, onun namaz kılışına hayranlık
sebebiyledir.”
Namazda ve namaz dışında
Kur’ân-ı kerîm okurken, korku âyetlerini öyle bir şekilde okurdu ki,
korku ifâdesi yüzünden belli olurdu. Recâ, (ümit) âyetlerini tebessüm
ederek, suâl şeklinde olan âyetleri suâl şeklinde okurdu. Kur’ân-ı kerîm
okurken asla tegannî yapmazdı. Yolculuk esnasında, hayvan üzerinde
mahfilde oturur, bir yastık alıp üzerinde Kur’ân-ı kerîm okurdu. O
vaziyette, ba’zan altı cüz, ba’zan da daha az okurdu. Secde âyeti
gelince secde ederdi. Üzerinde Kur’ân-ı kerîm olan minderi gözlerine çok
yakın tutar ve böylece gözlerinin uygun olmayan birşeyi görmemesini
te’min ederdi. Yalnız namaz kıldığı zaman, rükû’daki ve secdedeki
tesbihleri beş, yedi, dokuz veya onbir defa hâle ve vakte göre okurdu.
Buyururdu ki: “Yalnız namaz kılan bir kimsenin kuvveti, kudreti olduğu
hâlde, tesbihleri en az olarak söylemesi ne kadar ayıb olur.” Yine
buyururdu ki: “Namazda, sünnetlere, müstehablara ve edeblere riâyet
etmek, kalbin huzûrda olmasına sebep olur. Çünkü bütün bu riâyetler
zikrdir ve Allahü teâlâyı hatırlamak ve O’na teveccühtür.” Yine
buyururdu ki “İnsanlar, riyâzet ve mücâhedelere heves ederler, hâlbuki
namazın edeblerine riâyet ve dikkat etmek, riyâzet ve mücâhedelerden çok
daha üstündür. Bilhassa, farz, vâcib ve sünnet namazlarında,
buyurulduğu gibi namaz kılmak çok zor ele geçer. Bunun için Allahü teâlâ
buyuruyor ki:. “Namaz (nefsinize) ağır gelen bir yüktür. Ancak kalbinde
huşû’ olanlara ağır gelmez.” (Bekâra-45)
Buyururdu
ki: “Birçok vera’ ve riyâzet sahibi insan görüyorum ki, riâyet ve
ihtiyâta gayret ediyorlar, ama namazın edeblerinde gevşeklik
gösteriyorlar.” Abdest aldıktan sonraki, iki rek’at namazı ve câmiye
girince, hürmeten kılınan iki rek’at tehiyyat-ül-mescid namazını terk
etmezdi. Revâtib sünnetleri gibi, zevâid sünnetleri de hazarda ve
seferde dâima kılardı.
İyi amellerde ve işlerde
bir ilâve ve noksanlık yapmamak için çok ihtiyâtlı davranırdı. Teravih
namazı hâriç, hiçbir nafile namazı cemâatle kılmazdı. Hattâ, nafile
namazları cemâatle kılmak mekrûhtur buyururdu. Aşure günü, Berât ve Kadr
geceleri, cemâatle nafile namaz kılanları men ederdi. Hattâ bu husûsta,
fıkhın en kuvvetli rivâyetlerini bildiren bir mektûp yazmıştır,
istihâre ederek iş yapardı. Ba’zan da kalbinin kanâati ile ve sünnet
olan duâları okuyarak iş yapardı. Ba’zan birçok mühim mes’eleye bir
istihâre yapar, istihâre yaptığı işleri ayrı ayrı sayardı. Eğer
istihârenin evvelinde mühim olan bir şeyi unutsa, istihârenin arasında
veyâhud sonunda onu da yerine getirirdi. Teşehhüdde “Ettehıyyâtü
okurken” sağ elinin parmağını (işâret parmağını) kaldırmazdı. Buyururdu
ki: “Her ne kadar ba’zı hadîslerin zâhiri, görünüşdeki ma’nâları, parmak
kaldırmağı gösteriyorsa da, hattâ Hanefî âlimlerinden bunun caiz
olduğuna dâir rivâyetler gelmişse de, iyi araştırılır, incelenirse,
ihtiyâtlı olmak lâzım geldiği ve hakîki fetvâların bunu terketmeyi îcâb
ettirdiği anlaşılır.”
Hastaları ziyârete gider,
Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) naklen gelmiş olan duâlar okurdu.
Hattâ ba’zı hastaların şifâ bulması için, kalb ile de teveccüh ederdi.
Birçok hasta, bu feyzler menba’ının teveccüh ve duâları ile iyileşirdi.
Kabirleri ziyârete gider, ölüler için mağfiret ister ve duâ ederdi.
Da’vetlere giderdi. Fakat, günah işlenen, oyun oynanan, semâ ve raks
edilen yerlere ve da’vetlere gitmezdi. Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdiklerine kıl ucu kadar uygunsuzluğu bulunan hâli kabûl etmezdi.
Ahrâriyye
yolunun büyüklerini, diğer yollarınkilerden daha üstün bilirdi. Bu
yola; “Eshâb-ı Kirâm yolunun aynısıdır” derdi. Çünkü buyururdu ki;
“Sonda olanlar, başlangıca yerleştirilmiştir.” Yine şöyle buyururdu: “Bu
yolumuzun büyükleri; “Bizim nisbetimiz, yolumuz, bütün nisbetlerden,
yollardan üstündür” buyurdular. Bunun sebebi, onların bu yolunun sünnete
uymakta ve azîmete riâyet ve dikkat etmekte, diğer yollardan daha
ilerde olmasıdır. Böyle olunca, nisbetleri de diğerlerinin nisbetinden
üstün olur. Bu yolda sonra gelenlerin, Hâce Behâeddîn Buhârî (Şâh-ı
Nakşibend), Alâeddîn-i Attâr, Hâce Muhammed Pârisâ ve Hâce Ubeydüllah-i
Ahrâr gibi büyüklerin yollarına uymayan ruhsat cinsinden hareketlerini
beğenmezdi.
Beydâvî tefsîri, Sahîh-i Buhârî,
Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül-Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkaf
gibi ba’zı din kitaplarını, ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu,
ömrünün son günlerinde dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı
emreder, ilim tahsilini önde tutardı.
Bir yere
gitse, sünnet olan günlerde yola çıkar. Buyururdu ki: “Günlerin
uğursuzluğu Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) dünyâya
teşrîflerinden sonra kalkmıştar. Buna; “Günler, Allahın günleri, kullar
da Allahın kullarıdır” hadîs-i şerîfi delîldir derdi. Yolculuğa çakacağı
zaman, istihâre eder ve yolculuğa çıkarken okunması îcâbeden duâları
okurdu. Bunun gibi, konaklama ve duraklama yerlerinde sünnet olan
duâları terketmezdi. Elbiselerini giyerken, su içerken yemek yerken ve
aynaya bakarken, bu zamanlarda okunması bildirilen duâları okurdu.
Çok
hamd ve istiğfar ederdi. Az bir ni’mete çok şükrederdi. Hattâ evlâ olan
bir işi terketse çok fazla istiğfar ederdi. Eğer bir belâya mâruz
kalsa; “Kötü amellerimiz ve hâllerimiz sebebiyledir” derdi. Fakat o
belâyı, birçok kirleri temizleyen bir sabun gibi görürdü. Buna,
yükselmenin sebebi derdi. Vaktin sultânının İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
bir kalede hepsettiği günlerde talebelerinden biri, ona bir mektûp
yazıp, hâlinin kabzından (tutulmasından), daralmasından ve insanların
eziyetlerinden şikâyet etmişti. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu talebesine
cevap olarak şu mektûbu yazdı:
“Allahü teâlâya
hamd olsun, sevdiği seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gönderdiğiniz
mektûp geldi. İnsanlardan eziyet ve cefâ gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu
cefâ, bu yoldakilerin güzelliğinin kendisidir ve onların paslarını
temizlemek ve cilalamaktır. Niçin kabz ve hâllerin daralmasına ve
bulunmasına sebeb olsun! Bu fakîr, bu kaleye ilk geldiğim zamanlar,
insanların eziyet ve cefâlarını, birbiri arkasından gelen nûr dalgaları,
ışık bulutları gibi buldum ve hissettim. Bunların verdiği sıkıntılara
katlanmak sebebiyle hâlim alçaklardan, yükseklere çıkarıldı. Birçok
seneler, cemâl sıfatlarının terbiyesi ile, çok konaklar makamlar
aşdırdılar. Şimdi celâl ile terbiye ediyorlar ve yüksek makamlara
kavuşturuyorlar. Bu belâ ve cefâlara sabrediniz, hattâ râzı olunuz,
cemâl ile celâli aynı biliniz. Yazıyorsunuz ki: “Bu fitnenin zuhurundan,
ya’nî sizi kaleye hapsetmeleri sebebi ile, ne zevk kaldı ne de hâl.”
“Hâlbuki zevk ve hâllerin artması lâzımdır. Çünkü Mahbubun (Sevgilinin,
ya’nî Allahü teâlânın) cefâsı, vefasından daha çok lezzet verir. Niçin
belâ olarak düşünülsün.”
Avvâm gibi
konuşuyorsunuz ve kendinizi ni’metlerden uzak görüyorsunuz. Çünkü
cemâlde ve ni’metlerde, mahbûbun arzusu vardır. Celâlde kendi arzusu
yoktur. Buradaki vaktim ve hâlim, eski hâllerimden, çok daha gayrıdır,
çok daha yüksektir. Aralarında büyük farklar vardır.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin onyedi sene sohbetinde ve hizmetinde bulunan ve
talebelerinin meşhûrlarından olan Bedreddîn Serhendî, Hadarât-ül-Kuds
kitabında, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin şeklini, sûretini, mübârek
yüzünü şöyle ta’rîf etmiştir “Onun mübârek hilyesini şöyle beyân edelim
ki, sevenleri ve yolunda bulunanlar, onun mübârek yüzünü ve sohbetlerini
düşünerek feyz alsınlar. Beyaza yakın buğday tenli ve açık alınlı idi.
Alnında ve mübârek yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, ona bakacak takat
kalmazdı. (Bir talebesi de; “Ne zaman mübârek yüzüne baksam, alnında ve
yanaklarında “Allah” yazılı görürdüm” demiştir.) Kaşlarının arası açık
idi. Kaşları yay gibi olup, uzun, siyah ve ince idi. Gözleri irice olup,
siyahı tam siyah, beyazı tam beyaz idi. Mübârek burnunun ortası
yüksekçe olup, ince idi. Dudakları kırmızı ve ince idi. Dişleri sık,
birbirine bitişik olup, inci gibi parlar idi. Sakalları sık, heybetli ve
yuvarlak olup, yanaklarına taşmazdı. Uzun boylu ve ince yapılı idi.
Ya’nî şişman değil idi. Sıcakta da olsa teri hep misk gibi kokardı.
Yüzünün güzelliği Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andırırdı. Vecâheti
(heybeti), vakarı Halîlürrahmân İbrâhim aleyhisselâmın heybetini
andırırdı. Onu gören gayr-i ihtiyâri, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini
bildiren; “Böyle insan olmaz, bu ancak üstün bir melektir” (Yûsuf-31)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi hatırlardı ve “Sübhânallah bu Allahü teâlânın
velî kuludur” derdi ve; “Görüldüklerinde Allahü teâlâ hatırlanır”
hadîs-i şerîfini hatırlardı. Ondan her an ve her saat hârikalar zuhur
ederdi.
“Ey yükseklerden feyiz saçan rahmet bulutu,
Senden yağıyor bereketli nisan yağmuru.
Bekliyoruz senin feyizinle, kurtuluşu,
Zîrâ hâlimiz harab rûhumuz kan ağlıyor.”
Menkıbeleri ve kerâmetleri:
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin hayatını, menkıbe ve kerâmetlerini anlatmak üzere
yetmişden ziyâde kitap yazılmıştır. Bunların en meşhûrlarından olan
“Hadarât-ül-Kuds” kitabında meşhûr talebesi Bedreddîn Serhendî şöyle
demiştir: “Onyedi sene İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hizmette bulundum.
Eğer huzûruna kavuştuğum ilk günden i’tibâren, vâki olan keşf ve
kerâmetlerini, yüksek hâllerini, makam ve derecelerini yazsaydım, sâdece
benim gördüklerim hesaba gelmezdi. Çünkü, her saat, her an o hazretten
kerâmetler zuhur ediyordu. Kaldı ki, hergün sâdece bir kerâmetini
kaydetseydim, huzûrunda bulunduğum müddet içinde altı bin kerâmetini
yazıp, kayda geçebilirdim.”
İmâm-ı Rabbânî
hazretleri buyurdu ki: “Bize amel ve işlerden ihsân olunan şeylerin
hepsi, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmak, uymak sebebiyle ihsân olundu,
işimin esâsını Muhammed aleyhisselâma tâbi olmakta bilirim.” Yine
buyurdu ki: “Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân ve kereminden bana öyle
büyük ihsânlarda bulundu ki, bir kuru dala teveccüh ve himmet etsem
bütün dünyâ ondan aydınlanır. Fakat, Allahü teâlânın rızâsı bu gibi
işlerin zuhurunda değildir. Ben de böyle şeyleri yapmak istemem.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin yüzlerce kerâmeti Zübdet-ül-makâmât, Menâkıb ve
Makâmât-ı Ahmediyye-i Saîdiyye ve Hadarât-ül-Kuds gibi onun hakkında
yazılan kıymetli kitaplarda kaydedilmiş olup, bir kısmı şöyledir:
Mevlânâ
Muhammed Yûsuf, zamanının âlimlerinden bir zât idi. Muhammed
Bâkî-billah onu tasavvufda yetişmesi, kemâle ermesi için İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin sohbetine göndermişti. Mevlânâ Yûsuf henüz kemâle ermeden
hastalanmış ve ölümü yaklaşmıştı. İmâm-ı Rabbânî, onu ziyârete gitti.
Mevlânâ Yûsuf teveccüh ve himmet istedi. İmâm-ı Rabbânî (kuddise
sirruh), murâkabe ile meşgûl olup, onu Fenâ ve Bekâ makamlarına
kavuşturdu. O, bu hasta hâlinde, kalbindeki bu ilerlemeleri görüp, haber
verdi. Yolu tamam eyledi ve aynı anda vefât etti. Allaha kavuştu.
Çok
uzak memlekette bulunan bir azîz, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin medhini
duyup, Serhend şehrine geldi. Geceleyin bir kimsenin evinde misâfir
kaldı, İmâm-ı Rabbânî’den istifâde etmek için geldiğini, ona talebe
olmak şerefine kavuşmak istediğini ve bunun için çok neş’eli olduğunu
söyleyince, ev sahibi İmâm-ı Rabbânî’yi kötülemeye başladı. O azîz çok
üzüldü. Mahcûb oldu. İmâm-ı Rabbânî’ye sığınıp kalbinden; “Ben yalnız
Allah rızâsı için, size hizmet niyeti ile gelmiştim. Şu şahıs, beni bu
saadetten mahrûm etmek istiyor” dedi. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî
birdenbire yalın kılıç gözüküverdi. Hâllerini inkâr eden, o şahsı parça
parça eyledi ve evden çıktı. O azîz sabahleyin mübârek huzûruna
kavuşunca, geceki hâdiseyi arz etmek istedi. Fakat İmâm-ı Rabbânî
hazretleri; “Gece olanı, gündüz anlatma” buyurup, kerâmetini gizledi.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin eski talebelerinden seyyid bir zât şöyle
anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birâderi Sürûnç beldesinde
idi. Ona bir mektûp yazıp huzûruna gelmesini istemişti. Bu mektûbu
götürmek için beni vazîfelendirdi. Yola çıkarken selâmetle gitmem için
duâ edip Fâtiha okudu ve bana buyurdu ki: “Yolda “Kureyş sûresini” çok
oku ki, tehlikelerden korunasın. Şayet yolda müşkil bir iş ile
karşılaşırsan bizi hatırla!” Gitmek üzere yola çıktım. Yanımda iki kişi
daha vardı. Sürûnç’a iki menzil yolumuz kalmıştı. Fakat önümüzde
dehşetli bir çöl vardı. Bu çölde iken bir ara, yanımdakilerden ayrılıp
biraz uzağa gittim. Abdest tazeledim ve abdest aldıktan sonra iki rek’at
namaz kılmak üzere namaza duracaktım. Bu sırada karşıma birden bire
korkunç bir arslan çıkıverdi. Bana doğru yaklaşıyordu. Hemen hocam
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Bir müşkil ile karşılaşırsan bizi
hatırla” emri hatırıma geldi. Kendi kendime; “Ey hocam! Allahü teâlânın
izniyle imdâdıma yetiş, beni bu yırtıcı arslanın pençesinden kurtar!”
dedim. Daha ben sözümü bitirmeden İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözüküverdi.
Bana saldırmak üzere olan arslana benden uzaklaşması için eliyle işâret
etti. Arslan kaçarak uzaklaşıp gitti. Bu hâdiseyi yanımda bulunan
arkadaşlarım da gördü. Bana; “Böyle bir anda imdâdına yetişen bu büyük
zât kimdir?” dediler. Ben de; “İmâm-ı Rabbânî hazretleridir” dedim.
Onlar da bu hâdise üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini çok sevenlerden
oldular.”
“Hadarât-ül-Kuds” kitabının müellifi,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerâmetlerini yazarken, amcası Şeyh
Muhammed’den naklen şöyle anlatmıştır: “İsfehan’dan dönmekte olduğumuz
bir yolculukta atımdan heybem düşmüştü. Farkına varınca, atımı
kâfiledekilere bırakıp heybeyi aramak için kâfileden ayrıldım. Şuraya da
bakayım, buraya da bakayım diyerek ararken aradan çok zaman geçti.
Kâfile gözden kayboldu. Kâfileden uzak kaldım. Çöl ve dağdan başka
hiçbir şey göremiyordum. Yolumu kaybettim. Şaşkın, perişan bir hâlde,
çaresizlik içinde ağlayarak her tarafa koşuyordum. Fakat kâfileden bir
eser göremiyordum. Buralarda ölüp gideceğim, yolumu şaşırdım diye
düşünüyordum. Sonra bir suyun başına oturup abdest aldım. Tam bir
yalvarışla duâ edip, hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin imdâdıma
yetişmesini istedim. Ben böyle duâ ederken, İmâm-ı Rabbânî hazretleri
bir at üzerinde karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp durdu ve; “Elini ver”
buyurarak elimden tutup beni atın terkisine bindirdi. Sonra atı
sür’atle sürüp aradığım kâfileye yaklaştı. Ben kâfileyi uzaktan görünce
beni attan indirip! “Hadi git” buyurdu. Kâfileye ulaştım, İmâm-ı Rabbânî
hazretleri gözden kayboldu, bir daha göremedim.”
Serhend
kadılarından birinin oğlu, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde
bulunanlardan ve sevenlerinden idi. Bu genç bir defasında çok ağır bir
hastalığa yakalandı. Tabibler hastalığına bir ilâç bulamadılar. Bunun
üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazıp, yalvararak, içinde
bulunduğu şiddetli hastalıktan kurtulması için duâ istedi. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri mektûbuna cevap yazıp; “Biz seni himâyemize aldık, bu
hastalıktan kurtulacaksın. Hatırını hoş tut” buyurdu. O genç İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin teveccühü ve duâsı bereketiyle, hastalıktan
kurtulup sıhhate kavuştu. Sonra tekrar sohbetine devam etmeye başladı.
Bu hastalıktan kurtulduktan sonra hâlini zevk ve şevkle anlatıp,
bağlılığını dile getirirdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski
talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Küçüklüğümde Kur’ân-ı kerîmi
ezberleyip hafız olmuştum. Daha sonra Serhend’den İlâhâbâd’a gittim.
Zamanla işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hafızlık kalmadı. Böylece
aradan birkaç yıl geçti. Sonra memleketim olan Serhend’e döndüm. Bu
sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi. Serhend’e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî
hazretleriyle görüşünce bana; “Hâfız! Teravih, namazını, hatim ile
kıldır!” buyurdu. Kur’ân-ı kerîmin ezberimde kalmadığını, hafızlığımı
kaybettiğimi söyledim. Fakat; “Okuyacaksın!” buyurdu. Üç defa hâlimi
arzedip; “Bende hafızlık kalmadı” dedimse de kabûl etmediler. Çaresiz
emre uydum. Teravih namazını kıldırmak üzere İmâm oldum, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unutmuş olduğum hâlde
ilk gün yirmibir cüz’ü ezberden okumak sûretiyle teravih kıldırdım.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri kıyâmda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet
kıyâmda durmaya güç yetiremedi. İkinci gün terâvihde hatmi tamamladım.
Bende hafızlık kalmadığı hâlde böyle okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin bereketi ile idi.”
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin talebelerinden Muhammed Türâb şöyle anlatmıştır:
“Kardeşim ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Hastalığı o derece şiddetli
idi ki, artık kurtulma ümidi kalmamış gibiydi. Hattâ kefeni bile
hazırlanmıştı. Bu hâlde iken birgün İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir
sığır ve bir miktar da para hediye etmeye nezr etmişti. Ertesi gün
birdenbire ayağa kalkıp; “Ben iyileştim” dedi. Bu hâlini görenler, bu
delirdi mi? nasıl olur dediler. Sonra ona çorba içirdiler. Gerçekten
ağır hastalıktan kurtulmuş sıhhate kavuşmuştu. Sonra bize o gece seher
vaktinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüğünü ve elinden tutup;
“Sen sıhhate kavuşacaksın üzülme!” buyurduğunu ve böylece sıhhate
kavuştuğunu söyledi.
Birgün İmâm-ı Rabbânî
hazretleri talebelerinden Şeyh Müzzemmil hakkında şöyle buyurdu:
“Görünüyor ki, şeyh Müzzemmil şu anda korkunç hâlde! Bir kuyuya düşmüş
durumdadır! Öyle bir hâlde ki çıkmak için elini ayağını oynatamıyor!”
Şeyh Müzzemmil. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski ve meşhûr
talebelerinden idi. Dağda dolaştığı bir sırada aniden ayağı kayıp derin
bir kuyuya düşmüştü. Kuyunun derinliğinde elini ayağını oynatamadığı
için çıkamıyordu. Çaresiz kuyunun içinde kalakalmıştı. O bu hâlde iken
bir köylü hâlini farkedip hemen koşup on kişilik bir gruba haber verdi.
Bunun üzerine hemen gelip Şeyh Müzzemmil’i düştüğü kuyudan çıkardılar.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd’ın hocası
olan Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: “Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, onun hakkında; “Kendini
Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor” diye bir iftira yayılmıştı. Bu
sıralarda Hindistan’a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski
dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir
insandı. Fakat bu defa karşılaştığımda onu çok iyi ve üstün bir hâlde,
takvâ sahibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. “Sen böyle değildin bu hâl
nedir?” dedim. Dedi ki; “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hizmetine ve
sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu
ni’mete kayuştum.” Bunun üzerine ben ona; “Senin bahsettiğin zât
kendinin Hazreti Ebû Bekr’den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin
te’sîr ve fâidesi nasıl olur?” dedim. O” arkadaşım ben böyle deyince;
“Asla! Binlerce asla! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün
kutbudur. Eğer sen onu görmüş ve sohbetine kavuşmuş olsaydın onun
hakkında söylenilen bu iftiranın asılsız olduğunu anlardın” dedi. Fakat
bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle; “Görmek istemiyorum” dedim.
Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem
için çok ısrar etti. Mutlaka görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı
istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna
gitmeye karar verip kendi kendime; “Eğer şu üç şeyden bahsedip beni ikna
ederse ben de onu sevenlerden olurum” dedim. Kendi kendime cevâbını
almak hakkında kendini Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diye
söylenilen iftiraya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu husûsta
benim şüphelerimi giderip tam ikna etmesi idi. İkincisi; benim babam ve
dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd’dan bahsetmesi
idi. Bu karardan sonra beni götürmek isteyen ve bu husûsda çok ısrar
eden arkadaşımla beraber, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittik,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini daha uzaktan görür görmez bütün a’zâlarım
heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve
titreyerek huzûruna yaklaşbm. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra
yastığının altından bir mektûp çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği
bu mektûbu okuyup öyle bir izah yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini
Hazreti Ebû Bekr’den üstün görüyor diyenlerin iftiralarına cevap verip
açıkladı. Benim bu husûsta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra
zihnimde tuttuğum ikinci mes’eleye geçip; “Mevlânâ Mîrek! Senin baban
şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdadının
şerefi şöyledir” diyerek medhetti. Sonra ayrılmak üzere kalktığımızda
veda ederken hatırıma, üçüncü suâlim olan mes’eleden, Hâce Hâvend
Muhmûd’dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; “Hâce
Hâvend bizim Pîr-zâdemizdir ve cezbe sahibidir” buyurdu. Bir sohbetinde
bu üç kerâmetini gördüm.”
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî
hazretleri; herkese, önce kendisi selâm verirdi. Birgün hatırımdan; “Bu
gün huzûruna gidip önce ben selâm vereyim” diye geçti. Bu niyetle
gittim. Evlerine varınca kalabalık bir cemâat arasında yaklaştım, öyle
oldu ki, birkaç adım daha atsam hocamla karşı karşıya gelecektim. Fakat
henüz o beni, ben de onu görememiştim. Tam bu sırada cemâatin arasından
ismimi söyleyerek; “Selâmün aleyküm yâ filân!” dedi. Çâresiz hemen
huzûruna çıkıp “Ve aleykümüsselâm” dedim. Sonra; “Niyetim önce selâm
vermek idi” diye arzettim. Tebessüm etti.”
Birgün
talebesinden on kişi, aynı akşam, Îmân-ı Rabbanî’yi iftara da’vet
ettiler. Kabûl buyurdu. Aynı akşam, aynı anda, hepsinin evinde hazır
bulunup, iftar etti.
Birgün buyurdu ki:
“Kâ’be-i muazzamayı tavaf arzum o kadar ziyâdeleşti ki, yerimde duramaz
oldum. Allahü teâlânın lütfu ile, bu şevk ve iştiyâk cazibesinde,
Kâ’be-i şerîfeyi yanımda gördüm ve tavaf ile şereflendim.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nakletmiştir:
“Acîn’de idim, bir grup tüccâr da yanımda idi. Bu tüccârlar arasında
Can Muhammed adında Celender’den bir zât da bulunuyordu. Onunla aramızda
bir dostluk kurmuştuk. Birgün birisi bana, sultânın, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülü idim. Can Muhammed
beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, çok üzüntülü
olduğumu söyledim. Can Muhammed bana; “Ben de onun talebesiyim. Bugün
işin aslını ondan öğreneceğim” dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı ya’nî
öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rü’yâsında İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; “İşittiğiniz haber
doğrudur. Fakat ba’zı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfati ile
terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer böyle olmasaydı o makamları geçmek
mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin
sırrı budur” buyurduğunu söyledi.
Yine Can
Muhammed Celenderî şöyle anlatmıştır: “Ben İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
çok hizmetinde bulundum. Her ne zaman mübârek yüzünü görsem alnında ve
iki yanağında Allahü teâlânın ismini, “Allah” yazılı olduğunu açıkça
görürdüm.”
Yine Can Muhammed Celenderî, Acîn’de
görüştüğü o seyyid zâta şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin yanında talebe iken, birgün akşama doğru İmâm-ı Rabbânî
hazretleri bana; “Sana bir iş söylesem yapar mısın?” buyurdu. “Canım
feda olsun yapmaz olur muyum!” dedim. Bunun üzerine benim elime yazılı
bir kâğıt verdi ve buyurdu ki: “Hâfız Rahne’nin bahçesine git, orada bir
grup derviş oturmaktadır. Onların yanına var. Aralarından güzel yüzlü
bir dervişin onlardan geride bulunduğunu göreceksin. Bu dervişin yanına
git, ona bizim duâ ettiğimizi söyle. Bu kâğıdı ona ver ve buraya
gelmesini söyle.” Emri üzerine derhâl söylediği yere gittim. Söylediği
gibi dervişlerden bir cemâat ve bu cemâatten biraz geride oturan güzel
yüzlü bir derviş gördüm. O da beni gördü ve görür görmez bana; “Seni
İmâm-ı Rabbânî hazretleri mi gönderdi?” dedi. Evet deyip elimdeki kâğıdı
ona verdim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin duâ ettiğini ve çağırdığım
söyledim. Ben böyle deyince kalkıp, benimle yola koyuldu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin huzûruna girdiğimizde bir köşede oturuyordu.
Çağırıp geldiğim zât da başka yere oturdu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî
hazreleri kahve getirmemi söyledi. Hemen koşarak dergâhtaki kahve
pişirilen yere gittim. Kahveyi alıp getirdim, önce İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine taktim ettim. “Ona götür” buyurarak gelen misâfire
götürmemi istedi. Ona götürmek üzere yüzümü o tarafa döndüm. Onu da
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sûretinde gördüm. Bu sefer o, önce İmâm-ı
Rabbânî hazretlerine götürmemi söyledi. Dönüp baktım, İmâm-ı Rabbânî
hazretleri yerinde oturuyordu! Huzûruna çağırıp geldiğim o derviş,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinden beni sordu. O da; “Bu Celender’dendir.
İsmi, Can Muhammed’dir” dedi. Bunun üzerine o derviş; “Babası bizim
tanıdıklarımızdandır. Bunu hangi tarikatta yetiştiriyorsunuz?” deyince;
“Kâdiriyye silsilesinden” buyurdu. Bunun üzerine o zât; “Allahü teâlâya
hamd olsun. Onu Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’ye kavuştururuz” dedi. Bu
sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri dışarı çıkmak üzere kalktı ve benden
bir ibrik su istedi. Hemen hazırladım. Dışarı çıktığında bana kutup
yıldızını göstererek; “Can Muhammed! Kutup yıldızını biliyor musun? Bu
mudur değil midir? Dikkatli bak!” buyurdu. Dikkatli baktım kutup
yıldızından, üzerinde siyah hırka bulunan bir zât çıktı ve ok gibi bir
anda yanımıza geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana buyurdu ki:
“Huzûruna yaklaş! O, Abdülkâdir-i Geylânî’dir! Ona intisâb et, bağlan.”
Bu emre uyarak hemen huzûruna yaklaştım, benim kendisine intisabımı
(talebeliğimi) kabûl etti. Sonra tekrar kutup yıldızına doğru gidip,
yıldızında kayboldu. Bu sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri, abdest
aldıktan sonra mescide girdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni
göndererek çağırdığı derviş de yanımda idi. Bana; “Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerini gördün mü?” dedi. Ben de “Evet” dedim.”
Bu
hâdiseyi Can Muhammed Celenderî’den naklen anlatan seyyid zât şöyle
anlatır. “Ben bunları Can Muhammed Celenderî’den dinledikten sonra ona
dedim ki: “Bu kadar kıymetli şeylere kavuştuktan sonra neden ticârete
dalıp da dergâhdan uzak kaldın?” O da bana; “Acâib bir hikâyedir. Ben,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda talebe iken akrabâlarım gelip,
beni götürmek istediler. “Buna müsâade et, biz bunu kethüda (ticâret
reîsi) yapacağız” diye ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bana;
“Git kethüda ol” buyurdu. Ben ayrılıp gidemedim. Yakınlarım tekrar
gelip, ısrarla beni istediler. “Git” buyurdu. Ben yine gidemedim.
Akrabâlarım kalabalık bir hâlde tekrar geldiler, beni götürmek için
ısrar ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu hâlden rahatsız oldu. Birgün
birşey yiyordu. Kendi ağzından yediği şeyin bir parçasını koparıp benim
ağzıma verdi. Onu ağzıma alır almaz hâlim değişdi. Dünyâ işlerini
düşünür hâle dönmüştüm. Çâresiz beni götürmek için gelip ısrar eden
akrabalarımla bu sefer gittim. Ticârete başlayıp, kethüda oldum. Bundan
sonra ticâretle uğraştım. Fakat hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
unutmadım. Ona bağlılığımı kesmedim. Her ne zaman buraya gelsem, ziyâret
edip görüşürüm, sohbetinde bulunurum” dedi.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin yüksek talebelerinden biri şöyle anlatmıştır:
“İmâm-ı Rabbânî hazretleri namazlarda devamlı İmâm olur, namazı
kıldırırdı. Ben bir defasında huzûrunda iken acaba devamlı İmâm
olmalarının hikmeti nedir diye düşünüp merak ettim. Ben böyle düşündüğüm
sırada, İmâm-ı Rabbânî hazretleri birdenbire bana buyurdu ki: “Şafiî ve
Mâlikî mezheblerinde Fâtihasız namaz caiz değildir. Bunun için bu
mezheblerde İmâma uyan cemâat Fâtiha okur. Bu husûsu gösteren sahih
hadîs-i şerîfler de vardır. İmâm-ı a’zama göre ise, cemâatte İmâmın
Fâtihayı okuması cemâat için de kâfidir, İmâma uyan cemâatin Fâtiha
okumasını caiz görmemiştir. Hanefî mezhebi fukahâsının cumhuru, çoğu
böyle buyurmuştur. Ancak Hanefî mezhebinde okumanın caiz olduğuna dâir
ba’zı rivâyetler de vardır. Bunun için de namazlarda İmâm olmak
sûretiyle, mezheplerin hepsinin hükmüne uymaktayım.”
Serhend
şehrinin Cîtbûr kasabası kumandanlarından biri isyan edenlerin üzerine
yürümeği, onlarla savaşmağı düşündü. O civarda bulunan âlimlerden bir
zâta bu husûsta istihâre etmesini söyledi. O zât da; “Galip
geleceksiniz, muhakkak gidiniz” dedi. Bu kumandan o zâtın işâreti
gereğince savaşmak üzere yola çıktı. Fakat zafer kazanacaksın diyen zât,
keşfinde tereddüt edip, ihtiyât olsun diye durumu bir de İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine sormak için bir mektûp yazdı. Mektûbunda dedi ki: “Ben bu
husûsda kendisine gâlib geleceksin diye müjde verdim. Acaba hazretiniz
ne buyururlar?” İmâm-ı Rabbânî hazretleri cevâbında, “Keşfde hatânız
oldu. Bize göre tamamen aksi olacak. Birşey güneş gibi meydanda açıkça
görünmeyince, keşfedilmeyince hüküm vermemek lâzım” buyurdu. Fakat o
kumandan çok uzağa gittiğinden, ona yeni bir haber ulaştırılamadı.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Keşfde hatânız oldu” buyurmasından sonra,
üç dört gün geçmeden, o kumandanın, baş kaldıranlar karşısında hezimete
uğrayıp perişan olduğu ve geri döndüğü haberi geldi.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Bir
defasında şiddetli bir sıtma hastalığına tutulmuştum. Uzun müddet bu
hastalıktan kurtulamadım. İyice bitkin ve zayıf düştüm. Artık hastalığım
o dereceye gelmişti ki, yakınlarım hayâtımdan ümidi kesip, ölürken
yanında bulunalım diye geceleri başımda duruyorlardı. Ben bu hâlde iken
hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hatırlayıp, onun bereketi ile
hastalıktan kurtulmam için duâ ettim. Hastalığımın şiddetlendiği bir
sırada geceleyin, üzerinde boydan boya bembeyaz elbise olan ve yüzü
kapalı bir zât karşıma çıkıverdi. Yanıma yaklaşıp; “Bu ridâyı (örtüyü),
Peygamberimiz server-i kâinat aleyhisselâtü vesselâm, İmâm-ı Rabbânî
Şeyh Ahmed Fârûkî Nakşibendî hazretlerine gönderdi, İmâm-ı Rabbânî
hazretleri de sana gönderdi. Ben bunu sana giydirmek için geldim! Bunun
bereketiyle sen hastalıktan kurtulup sıhhate kavuşacaksın!” dedi. Sonra o
ridâyı başımdan ayağıma kadar örttü. Bu sırada ayaklarımdan bir soğuma
başladı. Bu soğukluk başıma kadar ulaştı. Hastalıktan kurtuldum. Yanımda
bulunan kız kardeşim, ayaklarımın soğuduğunu farkedince artık benim
ölmek üzere olduğumu zannederek ağlayıp feryâd etmeye başladı. Ben onun
feryadından rahatsız olup; “Üzülme, ben iyileştim” dedim. Sonra çorba
isteyip içtim. Tam bir sıhhate kavuştum. Hattâ o gün kalkıp, sabah
namazını ayakta kıldım.” Yine bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Birgün bir
arkadaşımın evinde, arkadaşımla birlikte, içinde afyon bulunan bir
yiyecek hazırlamıştık. Bundan ikimizden başka bir kimsenin haberi yoktu.
Yiyeceği hazırladıktan sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin namaz
kıldırdığı mescide gidip cemâatle namaz kıldık. Namazdan sonra dönüp,
hazırladığımız içinde afyon bulunan o yiyeceği yiyecektik. Namaz
bittikten sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, içeri girmek üzere iken
kapının önünde durup her ikimizi de yanına çağırdı. Huzûruna varınca
bize; Cennetten, hûrîlerden, Cennetteki köşklerden bahsedip, dünyânın
lezzetlerinin geçici olduğunu, âhıret saadetini ve lezzetlerini kazanmak
için uğraşmak lâzım olduğunu anlattı. Sözünü bitirirken de; “O
hazırladığınız afyonlu yiyeceği yemeyiniz!” buyurdu. Bu sözü üzerine
kerâmeti karşısında hayran, şaşkın kaldık. Eve gidip hazırladığımız
afyonlu yiyeceği yemeyip bir havuza attık. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
bu kerâmeti karşısında ona bağlılığımız kat kat arttı.”
Yine
bu talebesi anlatmıştır: “Annem hasta idi. Sevâbını Behâeddîn-i Buhârî
hazretlerinin rûhuna hediye etmek niyetiyle bir miktar para nezrettim,
adadım. Bu parayı alıp hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine götürdüm.
Dağıtması için takdim ettim. Fakat; “O senin yanında kalsın” buyurup,
gayet nâzik ve güzel bir tavırla parayı kabûl etmediler. O gece rü’yâmda
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Bana; “Ey falan! Uyan ve git annen
can çekişmektedir. Vefât ederken başında bulun!” dedi. Uykudan uyandım,
gece vakti hocam İmâm-ı Rabbânî hazretlerine gittim. Teheccüd namazını
kılmıştı. Selâm verdim ve gördüğüm rü’yâyı anlattım. Bir müddet başını
eğip murâkabeye daldı, uzaktan teveccüh etti. Sonra bana buyurdu ki:
“Çabuk git’ Annen vefât etmek üzeredir!” Ağlayarak annemin yanına
koştum. Yanına varınca nabzını yokladım. Durmak üzere idi. Biraz sonra
da vefât edip Hakkın rahmetine kavuştu.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “Din
düşmanlarının ve hasetçilerinin iftirası üzerine Sultan Cihangir, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini Guwalyar kalesine hapsetmişti. Bu günlerde
büyücülerden biri bana dedi ki: “Ben Hintçe ba’zı isimler biliyorum.
Eğer bunları bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar okursan o gün
düşman helak olur! Bu çok tecrübe edilmiştir.” Sonra o isimleri bir
kâğıda yazdı ve bana verip; “Evinin tavanındaki bir ağacın altına koy”
dedi. Alıp evimin tavanındaki bir ağacın altına koydum ve; “Yarın Salı
günüdür. Yarın okurum” dedim. O gece rü’yâmda hocam İmâm-ı Rabbânî
aniden karşıma çıktı. Hayret içinde parmağını ısırarak; “Bizim
dostlarımızın böyle bir şey yapması çok hayret edilecek bir iştir. Sakın
ha o işi yapma, sihirdir!” dedi. Bu rü’yâdan sonra büyücünün yazdığı o
yazıları okumaktan vazgeçtim. Sonra, Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
hapsettiğine pişman olup, serbest bıraktı. Hapisten çıktıktan sonra
huzûruna gittim. Ben evde gizlediğim o sihir yazılı kâğıdı saklıyordum.
Bir defa da olsa düşmanın ciğerine bir ok saplamak istiyordum, işimi
açmayıp, gizleyeyim diye düşündüm. Hocam İmâm-ı Rabbânî hazretleri
hapisten çıkınca üç gün Serhend’de kaldı. Her üç gün bu niyetle huzûruna
gittim. Düşmana birşey yapayım diye düşünüyordum. Üçüncü gün gittiğimde
beni kalabalık cemâat arasından çağırttı ve bana buyurdu ki:
“O
Hintçe isimleri okuma, çünkü onlar sihirlidir!” öyle birşey olmadığını
söyleyip, saklamak istedim. Bunun üzerine; “Bana niye böyle söylüyorsun?
O isimleri falan sihirbazdan öğrendin!” diyerek o sihirbazın ismini
söyledi. Sonra; “O öğrendiğin şeylerin yazılı olduğu kâğıt, evinin
tavanındaki bir ağaç arasındadır. Her ne kadar sihir te’sîr ederse de
sihir yapmak haramdır! Şimdi git o sihir yazılı kâğıdı yırt!” buyurdu.
Ben başımı önüme eğdim. Sonra bana; “O işi yapmayacağına ve sihir yazılı
kâğıdı yırtacağına dâir söz ver” buyurdu. Elimi tutup eliyle vurdu. Ben
bu kerâmeti karşısında hayret ettim. Çünkü, yapacağım o işi hiç kimse
bilmiyordu. Hemen eve gidip üzerinde sihir yazılı kâğıdı, tavandaki
ağacın altından çıkardım ve yırtarak parça parça edip attım.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini seven bir vâli vardı. Birgün o vâliye bir haber
gönderip, bulunduğu yerden uzaklaşmasını yoksa başına büyük bir belâ
geleceğini bildirdi. Fakat o vâli bu tavsiyeye uymadı. Neticede
pâdişâhın kızgınlığına uğrayıp cezalandırıldı. Başına başka belâlar da
geldi.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlı bir
tüccâr, birgün huzûruna gelip; “Gençliğim geçti, ihtiyârladım, ömrüm
geçmek üzere, beni arkamdan anacak, bana duâ edecek bir evlâdım olmadı!”
diyerek bu husûsta ısrarla teveccüh isteyip, bir evlâdı olması için duâ
etmesini istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir müddet murâkabe
yaptıktan sonra;.”Senin bu hanımından çocuğun olmayacak, başka bir hanım
daha nikahlarsan ondan seni yâd edecek bir çocuğun olur” buyurdu.
Bundan sonra o tüccârın ilk hanımı vefât etti. Tüccâr da başka bir
hanımla daha evlendi. Bu hanımından bir oğlu, birde kızı oldu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin akrabâlarından biri şöyle anlatmıştır: “Ben,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden olmayı arzu ediyordum. Fakat
çeşitli mâniler sebebiyle, bir türlü hizmetine girmek nasîb olmamıştı.
Bir gece karar verip, “Yarın gidip hâlimi arzedip, beni de talebeleri
arasına kabûl etmesini isteyeyim” diye düşündüm. O gece rü’yâmda kendimi
derin bir deniz kenarında gördüm. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ise karşı
sahilde idi. Huzûruna kavuşmak istiyordum. Bana; “Çabuk gel! Çabuk gel!
Geç kaldın” buyurdu. Bu sözlerini işitince kalbim hemen zikretmeye
başladı. Sonra uykudan uyandım, kalbim artık zikrediyordu. “İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin yolu böyledir. Daha ben sohbette bulunmadan kalbim
zikre başladı. Ya bir de sohbetinde bulunsam nasıl olur?” dedim.
Sabahleyin İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip, gördüğüm rü’yâyı
bana olan teveccüh ve tasarruflarını anlatarak hâlimi arzettim.
Kalbimin zikretmeye başladığını söyledim. Bana; “Yolumuz tam budur. Buna
devam et” buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerine
bağlı olanlardan Mevlânâ Murtaza Nâib şöyle anlatmıştır: “Askere
gittiğimde ihtiyâçlarımı karşılama husûsunda sıkıntıya düştüm. O
günlerde mühim ihtiyâçlar zor te’min ediliyordu. Oğullarım da askerde
olduğundan sıkıntım artıyordu. Bu sebeble çok üzülüyordum. Bir gece
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yardımıma yetişmesini istiyerek, Allahü
teâlâya duâ ettim. O gece İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüm. Elime
üzerinde birşeyler yazılı olan bir kâğıt verdi. Sabahleyin bu kâğıdı
dîvâna götürüp, ihtiyâçlarımdan dolayı bana yardım etmeleri için verdim,
İki-üç gün içinde işim görüldü. Arzu ettiğim şeye kavuşup rahatladım.
Bu işimin hemen halledildiğini görenler hayret edip; “Biz senelerdir
askeriz, bizim mühim işlerimiz daha hâlledilmedi, bu nasıl olur?”
dediler. Bunun üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasarrufu ve
bereketiyle olduğunu anlattım. Ona karşı sevgileri ve bağlılıkları iyice
arttı.”
Yine bu zât şöyle anlatmıştır: “Babam
bana vasıyyet etti ve dedi ki: “Vefât edince, cenâzemi İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine götürüp, beni de talebeleri arasına almasını iste. O öyle
bir yolda ki, insanlar öldükten sonra da onun teveccühüne kavuşur” dedi.
Babam vefât edince vasıyyeti üzerine cenâze namazının kılınması ve
hâlini arzetmek için cenâzesini götürdüm. Durumu arzettim. Bunun
üzerine; “Yarın meclisimizde hazır bulun” buyurdu. Ertesi gün gidip
huzûruna oturdum. Bu sırada beni bir hâl kapladı. Kendimden geçip gaybet
(kendimi kaybetme) hâline girdim. Bu hâlde iken bir de gördüm ki, babam
da huzûrunda oturuyor. İmâm-ı Rabbânî hazretleri ile arasında bir kişi
vardı. Babam da zikrediyordu. Babamın bu hâlini görünce Rabbime
şükrettim.”
Bu talebesi yine şöyle anlatmıştır:
“İmâm-ı Rabbânî hazretleri Guwalyar kalesinde hapis iken, birgün vefât
ettiği haberi yayıldı. Çok üzülüp ağladım ve Fâtiha okudum. Üzüntüyle
ağlayıp gözyaşı dökmekte olduğum gece rü’yâmda İmâm-ı Rabbânî
hazretlerini gördüm. Yanında birkaç dervişle içeri girdi. Bana hitâb
ederek; “Vefât ettiğime dâir yayılan haber yalandır!” buyurdu. Bunun
üzerine hemen uyanıp kalktım, yayılan haberin yanlış olduğunu, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin sıhhat ve afiyette olduğunu bildirdim.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinden Mevlânâ Muhammed Emîn, birgün ona
şöyle arzetti: “Nevâbşîr Hâce, asil ve şerefli bir aileye mensûp olup,
babası ve dedeleri evliyâdan idi. Fakat Nevâbşîr Hâce çok içki içiyor ve
haram olan işlerle meşgûl oluyor, bunun ıslâhı için bir teveccüh
buyurunuz. Bu bir komutandır. Eğer tövbe etmek nasîb olursa onun
sebebiyle askerlerden pekçok kimse de kurtulur, sâlih kimselerden
olurlar.” Bunu arzedince İmâm-ı Rabbânî hazretleri sükût etti. Yine bir
defa aynı şey arzedilince İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki: “Ey
Mevlânâ Muhammed! Nevâbşîr Hâce’nin hâline teveccüh ettim. Onu haramlar
ve günahlar içinde gördüm. Onu bu kötü hâlden kurtarmak için çok
teveccüh ettim, uğraştım. Elim ona ulaşmadı. Fakat sonunda onu kendimize
çekeceğiz” buyurdu. Aradan uzun zaman geçti. Hakkında böyle buyurduğu o
kimse, içki içmeyi ve işlediği diğer haramları terkedip tövbe etti.
Bundan sonra ibâdet ve tâatla meşgûl oldu. Bu zât bir defasında Serhend
şehrinden başka bir şehre gitmişti. Serhend’e dönüşünde hastalanıp vefât
etti. Oğulları onu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin türbesi yanında bir
yere defnettiler. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin; “Sonunda biz onu
yanımıza çekeceğiz” buyurmasının hikmeti anlaşıldı.”
Birgün
İmâm-ı Rabbânî hazretleri odasında yalnız otururken, talebelerinden
Abdülmü’min hizmetinde bulunuyordu. Abdülmü’min’e; “Ne istiyorsan iste?”
buyurdu. Abdülmü’min yeni müslüman olmuş ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
tanıyıp hizmetinde bulunmakla şereflenmişti. Dedi ki: “Her ne kadar
uğraşdımsa da annemle, birâderimin müslüman olmalarını sağlayamadım!
Onların müslüman olmaları için teveccüh buyurmanızı arzu ediyorum.”
Bunun üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok muhabbet, çabuk müslüman
olmaya sebep olacak” buyurdu. Aradan üç gün geçti ki o talebesinin
annesi ve kardeşi Serhend’e gelip müslüman olmakla şereflendiler.
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerinden biri bana şöyle anlattı: “Birgün İmâm-ı Rabbânî
hazretleri hastalanmıştı. Bu hastalığı sırasında yemek için onbir tane
üzüm istedi. Hizmetçi üzümleri getirince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri
murâkabeye daldı. Bir müddet sonra başını kaldırıp; “Çok garîb bir hâl
gördüm.
Bu üzümleri önüme koydukları zaman,
hepsinin Allahü telâlâya münâcaat ettiklerini, yalvardıklarını işittim.
Allahü teâlâ üzümlerin münâcaatını kabûl etti ve hastalıktan kurtulmağı
bunları yemeğe bağlı kıldı” buyurdu. Bu üzümlerden birkaç tane yeyince
hastalığı tamamen geçti. Geri kalan üzümleri de sakladı. Bir müddet
sonra küçük oğlu hastalandı. Bu hastalığa dayanamayacak bir hâl alınca o
üzümleri yedirdiler ve onun da hastalığı iyileşti.”
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle nakleder: “Hâller sahibi Seyyid Rahmetullah’dan
işittim. Şöyle anlattı: “Dekken melikinin emri üzerine, iki üç arkadaşla
bir sahraya gittik. Orada bir puthâne gördüm. Birgün senin üstadından,
“Bir müslümanın elinden bunu yıkma işi gelirse, bunu muhakkak yıksın,
veya zarar versin. Bu işi yapmaktan kaçınmasın. Çünkü bunu yapan Allah
yolunda, din için cihâd eden gaziler sevâbına kavuşur” diye duymuştum.
Onların bu sözlerine güvenerek arkadaşlarıma bu sahrada, bu puthâneyi
koruyan kimse görünmüyor, burayı yıkalım dedim. Duvarlardan biraz
yıkmıştık ki, bu civarda tarlalarında çalışan Hindulardan biri, bizim
puthâneyi yıkmakta olduğumuzu görmüş. Koşup, o puthânede tapınan
köylülere haber vermiş. Aniden ne görelim! Bin kişiye yakın bir
kalabalık, taşlarla, sopalarla, mızraklarla tam bir kızgınlıkla
üzerimize doğru geliyorlar. Ben ve arkadaşlarım hayret ve korkudan ne
yapacağımızı şaşırıp, olduğumuz yerde kaldık. Kaçmağa bile cesâret
edemedik. Kalbimden Kelime-i şehâdet getirmeğe başladım. Bu hâlde iken,
senin üstadının kalbine müteveccih oldum ve; “Ey din büyüğü! Sizin
nasihatinize güvenip bu işi yapmağa koyulduk. Allahü teâlânın izniyle
bizi bu alçak kâfirlerin elinden kurtar” dedim. Bu yalvarma ve iltica
esnasında İmâm-ı Rabbânî’nin ( radıyallahü anh ) sesi kulağıma geldi. Ve
dedi ki: “Hiç korkma! Şimdi senin için İslâm askeri gönderiyorum.” Ben
arkadaşlarıma; “Bana bir hâl oldu. Hazret-i İmâm’ın sesini duydum,
İmâm’ın söz verdiği askerler ne zaman gelecek, bunlar yaklaştı” dedim.
Hindular çok yaklaşmışlardı ki, aniden otuz kırk kadar süvari göründü.
Tam bir sür’atle geldiler, bir kısmını kamçıladılar ve bizi korudular.
Hepsini sürüp götürdüler. Bu iş senin büyük üstadının tasarrufu ve
kerâmeti ile oldu.
Kıymetli talebelerinden
Seyyid Cemâl, sahrada arslanla karşılaştı. Kaçacak yer yoktu, İmâma
sığınıp, imdâd diledi, İmâm, elinde baston ile göründü ve o kükremiş
arslana şiddetle vurdu. Arslan kaçtı. Talebe kurtuldu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin makbûl talebelerinden biri, cüzzam hastalığına
yakalandı. Dostları, onunla oturmaktan, bir arada durmaktan, onunla
sofraya oturup yemek yemekten kaçınıyorlardı. Hattâ birgün, bir
toplantıda, çok sevdiği arkadaşlarından biri onunla aynı kabdan yemek
yemekten açıkça çekindi. Bu zât, bundan çok kırıldı ve üzüldü. Hazret-i
İmâm’ın dergâhına sığınıp, Allahü teâlânın izniyle teveccüh ve yardım
etmesi için yalvardı. Hazret-i İmâm, şefkat ve merhametlerinin
çokluğundan, kederlendi ve o hastalığın kalkması için duâ etti. O
hastalığı kendine çekti. Şöyle ki, bu hastalık o kimsenin bedeninden
onun mübârek ayaklarına intikâl eyledi. Dostları bu kimsenin vücûdunda
hastalıktan eser kalmadığını gördüler. Gerçi muhlislerin ihlâsı ve
akidesi daha çok kuvvetlendi. Ama, bu hastalığın hazret-i İmâm’a
geçmesinden, hepsi rahatsız, huzûrsuz olup, eleme gark oldular. Bu
hastalık sebebi ile, oğullarının ve talebesinin sabırsızlığını,
feryâdlarını, ağlamalarını ve korkularını görünce, kendilerinden de
kaldırılması için bir daha duâ edip, yalvardı. Allahü teâlânın yardımı
ile, kendilerinden de kalktı. Oğullarına ve dostlarına bunun müjdesini
ulaştırdılar. O hastalığın bulunduğu a’zâlarını gösterip eser
kalmadığını bildirdiler. Hepsi şükrettiler.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola
çıkmışdı. Bir sahraya geldikleri sırada, hava çok sıcak ve tozlu idi.
Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözlerini semâya dikerek duâ edince, birkaç
adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz
kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Yağmurun ardından
havanın hararetini düşüren hafif bir rüzgâr esti.
Talebelerinden
biri şöyle anlatır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri taleberiyle beraber bir
yolculuğa çıkmıştı. Bir kervansarayda konakladıkları sırada,
talebelerine aniden şöyle buyurdu: “Bu gün buraya bir belâ geleceğini ve
herkese sirayet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine
söylesinler herkes; (Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün
fil-ardı velâ fissemâi ve hüvessemî’ul-alîm) ve Eûzü
bi-kelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak) duâlarını tekrar tekrar
okusunlar. Çünkü, bu duâyı kim okursa, Allahü teâlânın inâyeti ile
kendisi ve malı korunur.” Bunu söyledikten sonra iki saat geçmeden
kervansarayın ba’zı kısımlarında yangın çıktı. Bir türlü söndüremediler
ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerinden Mevlânâ Abdülmü’min Lâhorî’nin de malları yandı. Ona;
“Sana hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi?” buyurdu.
Arkadaşları ona bu duâların okunması gerektiğini söylemeyi
unutmuşlardı.”
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle
anlatmıştır: “Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla
arkadaşlık ederdik. Birgün ağlayarak yanıma geldi ve başından geçen bir
hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini
görmüştü. Dedi ki: “Hazreti Ali’ye karşı savaşanları, hele Hazreti
Muâviye’yi sevmezdim. Bir gece senin üstadın İmâm-ı Rabbânî’nin
“Mektûbât”ını okuyordum. Okuduğum yerde; “İmâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu
ki: “Hazret-i Muâviye’yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr’i ve
hazret-i Ömer’i sevmemek bunları kötülemek gibidir. Ona söğene, bunlara
söğene verilen cezayı vermek lâzımdır” yazılı idi. Bunu okuyunca, canım
sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. “Mektûbât’ı
yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rü’yâmda gördüm ki; senin o büyük
üstadın öfkeli ve kızgın bir hâlde yanıma geldi. İki mübârek elleri ile
kulaklarımı çekti ve; “Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı
beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyorsun. Benim yazımı
okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de
gör! Resûlullahın ( aleyhisselâm ) eshâbını sevmediğin için, aldandığını
ondan işit” buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü. Beni bahçenin
kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzakta görünen büyük bir
odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zâtın oturmakta olduğunu
gördüm. Çekinerek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp
oturdu. Ona birşeyler söylüyor, beni gösteriyordu. Uzaktan bana
bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o
yüksek üstadın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. “Bu oturan zât,
hazret-i Ali ( radıyallahü anh )dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor” dedi.
Yanlarına gidip, selâm verdim. “Sakın, sakın! Resûlullahın (
aleyhisselâm ) eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundurma! O
büyüklerden hiçbirini, hiç kötüleme. Aramızda muharebe şeklinde görünen
işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz
biliriz!” dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; “Bu zâtın
yazılarına da sakın karşı gelme!” buyurdu. Bu nasihati dinledikten
sonra, kalbimi yokladım. Bu husûsdaki tereddüdün ve soğukluğun,
kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin
yüksek hocana bakarak; “Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir
tokat indir!” dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi.
Tokadı yiyince, kendi kendime dedim ki: “Bunu sevdiğim için onlara
düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok
incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!” Kalbimi yokladım. Düşmanlık,
kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o
kinden temizlenmiştir. O rü’yânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle
soktu. Kalbimde Allahtan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin
yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî’ye ve onun yazdıklarındaki ma’rifete inancım
iyice arttı.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden mevki sahibi
yüksek rütbeli bir subay, hazret-i İmâm’ın bir vezirin yanına gittiğini
duyunca, üzüldü ve; “Dünyalık isteyenlerin huzûruna gitmek, onlara
yakışmazdı” dedi. Bunu söylerken orada, hazret-i İmâm’ın muhlislerinden
biri vardı. O subaya; “Elbette bir müslümanın işini görmek yahut hayırlı
bir iş için gitmişlerdir, sizin bu i’tirâzınız hiç de iyi değildir”
dedi. Öbürü susup, birşey söylemedi. O genç subay aynı gece rü’yâda
gördü ki, gaybden bir grup insanlar geldi. Tamamen kızgın idiler. Büyük
bir suç işlemiş gibi kendisini azarladılar. Birgün evvelki i’tirâzı ile
işlemiş olduğu kabahati kendisine hatırlattılar. Sıkıca tutup dilini
kesmek istediler. Çok yalvardı, özür diledi, sayısız tövbe ve istiğfar
eyledi. Diğerleri de kabûl edip vaz geçtiler. Bundan sonra görünüşte
ağır gelse de, hazret-i İmâm’ın hiçbir işine ve sözüne i’tirâz etmedi.
Muhammed
Hâşim-i Keşmî nakleder “Vera’ ve faziletler sahibi, cenâb-ı Hakkın velî
kulu, Hâce Abdülhak bu fakire şöyle anlattı: “Zamanımız âlimlerinden
birinin meclisinde idim. Söz senin yüksek hocandan açılmıştı. O âlim,
hazret-i İmâm’ı kötülemeğe başladı. Ben o âlime dedim ki: “Bu fakîr, bu
azîzin sohbetinde bulundum. Aynı zamanda çok evliyâ da gördüm. Onlarda
gördüğüm yüksek hâlleri, eşsiz ma’rifetleri ve dînimize bu derece
bağlılığı, diğerlerinde göremedim. Biliyorum ki, bu büyükler Allah
adamlarıdır.” O âlim, bir takım mes’eleler ortaya attı. Uzun müddet
konuştuktan sonra, kendisine dedim ki “İşte Kur’ân-ı kerîm! Hadi, ikimiz
de abdest tazeleyip, ikişer rek’at namaz kılalım. Tam bir niyet ve
ihtiyâç ile Kur’ân-ı kerîmi açalım. Açtığımız sahifenin ilk kelâmını bu
zâtın hâline işâret tutalım ve münâkaşaya böylece son verelim.” Sözümü
kabûl etti. İkimiz de ikişer rek’at namaz kıldık. Kur’ân-ı kerîmi o âlim
eline aldı. Tam bir arzu ve iştiyâkla sahifeyi açtı. Kur’ân-ı kerîmden
açtığı sahifenin başında meâlen; “Öyle insanlar vardır ki, ticâret ve
alış-veriş onlara Allahın zikrini (Allahı hatırlamağı) unutturmaz”
(Nûr-37) buyurulan âyet-i kerîme çıktı. O âlim hayret etti ve
söylediklerine pişman oldu. Ben de şükrettim. Onların bu kerâmetlerini
gördüğüm için, onlara bağlılığım daha çok arttı.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin güvenilir bir talebesi ve oğulları şöyle
anlatmışlardır Bir tüccâr İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin komşularından
birinin malını çaldı. Mal sahibi ise, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
akrabasından bir genci hırsızlıkla itham etti. O genç, hakaret ve dayak
korkusundan kaçıp gitti. Serhend nöbetçisi bunu duyunca hazret-i İmâm’ı
çağırdı, işinde gevşeklik gösterenin yanına gitmek îcâbetmediğini
bildikleri hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebelerinden birisi ile,
yaya olarak oraya gitti. O edepsiz nöbetçi onların şânına yakışmayan çok
alçak sözler söyledi Hazret-i İmâm ise gayet yumuşak cevaplar verdi. Bu
esnada Mevlânâ Tâhir Bedahşî geldi. O kızgın nöbetçiye; “Kimi ayağına
çağırdığım biliyor musun? Allahü teâlânın dostlarına kötü davrananlar
elbette kısa zamanda cezasını görür” dedi. Nöbetçi onları bıraktı.
Aradan birgün geçmeden bu edebsiz nöbetçi, semtinde bulunan büyük bir
kalabalıkla münâkaşa etti. İş kavgaya döküldü. O nöbetçi, oğullarından
ve akrabasından yirmi kadar insanla kalabalığa karşı koymak istedi ve
evin damına çıktı. O evde de harb için saklanan patlayıcı maddeler
vardı. Oraya aniden bir ateş düştü ve büyük bir patlama oldu. O nöbetçi,
bütün oğlu ve akrabası ile havaya uçtu. Cesedleri bile görülmedi.
Böylece Allah dostlarına kötü söz söylemenin cezasını canıyla ödedi.
Beyt:
Yalnız kendine değil, edebsizin zarârı,
Onun ateşi sarar, hattâ bütün âfâkı.
Zamanın
sultânı, haksızlık yapan kumandanlardan birinin oğlunu, tam bir
kızgınlıkla Lâhor’a çağırdı. Sultânın kızgınlığının çokluğunu görenler,
gelir gelmez, onu fillerin ayakları altına attırıp ezdirecek diye
düşündüler. Kumandanın oğlu da böyle düşünmüştü ve çok korkmuştu.
Serhend şehrine gelince, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini o zamana kadar
görmediği hâlde, ona inanması ve ma’nevî bağlılığı sebebi ile,
huzûrlarına gelip kendisini koruması için yalvardı. Bunun üzerine İmâm-ı
Rabbânî hazretleri ona; “Hiç korkma! Allahın izni ile sana hiçbir
kötülük ve eziyet yapılmayacak, hattâ sultan sana lütfedip muhabbet ve
hürmet gösterecek” buyurdu. Eleminin ve ızdırâbının çokluğundan onlara;
“Size bağlı olan bu muhlisiniz hakkında buyurduklarınızı, kalem ile bir
kâğıda yazsanız ve o yazıyı bu garîbe verseniz, hiç sıkıntım kalmazdı
efendim” diye arzetti. Bu husûstaki ısrârının fazlalığı üzerine İmâm-ı
Rabbânî hazretleri tebessüm edip şöyle yazdı: “Filân kimse, sultânın
gadabından, kızgınlığından kurtulmak için bu fakire sığındı. Bu fakîr
onu himâye kanatlarımın altına aldım. Helak olmaktan kurtuldu.” Bu
kâğıdı alıp huzûrundan ayrıldı. Epey bir zaman sonra, birisi haber
getirip; bu şahsa sultânın eziyet ettiğini zindana attığını söyledi. Bu
haber İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, tebessüm etti ve:
“Sabah güneşi kadar açık olarak görüyorum ki, o şahıs sultandan şefkat
ve inâyet görmektir. Söylenenler doğru değildir” buyurdu. İki üç gün
sonra haber geldi ki, bu şahıs sultânın huzûruna çıkınca, sultan
kendisini gülerek karşıladı ve birkaç nasihat edip, sonra iltifât
göstererek ona hil’at verdi.
Sultan-zâdelerin
birini, zamanın pâdişâhı zindana attırdı. Pâdişâh onun öldürülmesini
istiyordu. O zavallı her tarafa baş vurdu. Evliyâdan da yardım istedi. O
sırada İmâm-ı Rabbânî hazretleri Akra’ya gelmişlerdi. Zindanda üzgün
bir hâlde bulunan bu zât, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin eski
talebelerinden biri vâsıtası ile kendisinin kurtulması için, husûsî
teveccüh ve duâ etmesini rica etti. Bu talebe gelip tam bir yalvarma ve
ısrar ile, o zâtın isteğini arzetti. Hazret-i İmâm o gece teveccüh
eyledi. Sabahleyin buyurdu ki: “Ona müjde ulaştır ki, ölümden kurtuldu.
En kısa zamanda hapisten de çıkacak.” O talebe sevinçle bu haberi ona
götürdü. Fakat Sultan-zâde, ızdırâbının ve eleminin çokluğundan bu
habere tamamen inanamadı. Allahü teâlânın velî kullarından olan başka
bir zâtdan da kurtulması için teveccüh etmesini, bir haberci ile rica
etti. O velî de; “Üzülmesin! Gördüm ki; Nakşibendî büyüklerinden birinin
çengeli geldi. Onun balığını, helak girdabından çıkardı” dedi.
Sultan-zâde o günlerde hapisten çıktı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
talebelerinden oldu. Bu işe vâsıta olan o zât anlatır: “Hazret-i İmâm
onun kurtulacağını buyurduğu zaman; “Gününü söylemeyince, gönlü rahat
etmiyor” dedim. Buyurdular ki: “Yarın çıkacak.” Söyledikleri gibi oldu,
ertesi gün hapishâneden kurtuldu.”
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Annesi tarafından Sultan-zâdelerden
olan, bu yüksek yolumuzun üstâdlarından birinin oğlu, kulunç hastalığına
yakalandı. Günlerce devam etti. Doktorlara baş vurdu. Bir fâide
göremedi. Çok eziyetler çekti. Çok üzüldü. Ne yapacağını, kime baş
vuracağını bilemiyor, gece gündüz gözüne uyku girmiyordu. Bu hakîrin
tanıdıklarından olan yakınlarından birini, bu fakire gönderip;
“Yolumuzun azîzlerinin büyüklerinden yüksek üstadınıza, iyi bir zamanda,
bu belânın kaldırılması için teveccüh etmelerini arzederseniz, biz ve
büyüklerimizin rûhları sizden memnun olur” diye söyledi.
Bu
haberi getiren fakir ikindiden sonra geldi. O gece yatsı namazından
sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini odalarında yalnız bulup, hastanın
durumunu anlatıp kendilerinden teveccüh istediğini arzettim. “İnşâallah
elimizden geleni yaparız” buyurdu. Sabah namazının farzını kıldıktan
sonra, bizzat kendisi bu fakiri çağırdı. Kulağıma yaklaşıp; “Teheccüd
namazından sonra, akşam sizin söylediğiniz hastalığın kalkması için duâ
ettim. Allahü teâlânın yardımı ile o belâ kalktı. Hemen git. Duâmızı o
ümitsize ulaştır” buyurdu. Bu fakir emirlerine uyarak, o şahsın yanına
gittim. Beni görür görmez, yerinden fırladı, boynuma sarıldı ve
gözlerinden yaşlar akmağa başladı. Hâlbuki, ben daha bir kelime
konuşmamış idim. Dedi ki: “Seni ne için gönderdiklerini anladım. Biraz
önce, burada olanlara; “Gecenin bitmesine birkaç saat kalmışdı ki; bu
hastalık benden tamamen kalktı. Sanki hiç hasta olmamış gibi bir hâle
geldim” demiştim. Yakînen anladım ki, ricamı onlara arzetmişsiniz. Onlar
da bu anda teheccüd namazına kalkmışlar, bu hastalığın kalkmasına duâ
ve teveccüh eylemişlerdir. Duâları kabûl edildi. Şimdi müjdesini bana
gönderirler diye düşünüyordum.” Ben de; “İşin doğrusu tamamen
anladığınız, düşündüğünüz gibidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni bu
müjdeyi size ulaştırmak için gönderdiler. Elhamdülillah ki, yüksek
yaratılışınız ve bağlılığınız sebebi ile yazıya ve habere lüzum
göstermediniz” dedim. Bu hâdiseyi gördükten sonra şeyh-zâde, sultan
evlâdından olduğu hâlde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gelip,
tövbe ve inâbetle, talebe olma saadetine kavuştu. Muhlislerinden ve
sevdiklerinden oldu. Öyle ki, hocasına gelirken dâima yaya olarak
huzûruna gelir, bu memlekette, bu zamanda, böyle büyük bir zâtın
bulunduğuna dâima şükrederdi.”
Hâce Divâne
Sûreti’nin talebesi olan Mevlânâ Muhammed Emîn ağır bir hastalığa
tutulmuştu. Bu hastalığı epey bir zaman devam etti. Doktorların
tedâvisinden bir fâide görmedi. Hazret-i İmâm’ın büyüklüğünü duyunca,
tam bir yalvarma ile mektûp yazıp, şifâ ve deva olan duâlarını istirhâm
edip, teberrüken bir elbise göndermelerini de yalvararak istedi. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri onun arzusu üzerine merhamet edip, bir mektûbu ve
teberrüken bir gömleklerini gönderdi.
Mektûp şöyledir:
“Kıymetli
oğlum! Kendi üzerinize şefkatli bir anne gibi titremeniz ne zamana
kadar sürecek? Kendiniz için üzülmeniz, dertlenmeniz, ne kadar devam
edecek! Kendini ve herkesi ölü olarak düşünmek, hissiz ve hareketsiz
şeyler gibi bilmek lâzımdır. “Elbette sen öleceksin, o kâfirler de
ölecekler...” (Zümer-30) âyet-i kerîmedir. Bu birkaç günlük dünyâ
hayâtında, çok zikr ederek, kalb hastalığından kurtulmak en mühim iştir.
Bu kısa zamanda ma’nevî hastalıkların ilâcı, Allahü teâlâyı
hatırlamaktır. Maksadların en büyüğü olan kalb, Allahtan başkasına
tutulursa, ondan ne hayır gelir. Âhırette kalb selâmeti isterler. Rûhun,
Allahtan başka şeylerden kurtulmasını ararlar. Bizim gibi dar
düşünceliler, dâima kalb ve rûhumuzu başka şeylere bağlamak için
sebepler aramağı düşünürüz. Heyhat’ Heyhat! Ne yapalım. Âyet-i kerîmede
meâlen; “Allah onlara zulm etmez, onlar kendilerine zulm ederler” (Âl-i
İmrân-117) buyuruldu. Zâhiren olan hastalığınızdan merak etmeyiniz,
inşâallah sıhhate kavuşup tamâmiyle iyi olacaksınız. Bu fakirden elbise
istemiştiniz. Bir gömlek gönderdim. Giyiniz ve çok bereketli olan netice
ve semerelerini bekleyiniz. Allah yolunda gidenlere selâmlar olsun.
Beyt:
“Efsâne gibi okuyanlara efsânedir
Kıymetini bilene, behâsız hazînedir.”
Mevlânâ
Muhammed Emîn, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin gönderdiği gömleği giydi.
Onun duâsı bereketiyle senelerce devam eden o hastalıktan kurtuldu.
Gelip talebelerinden oldu.
Talebelerinden
fazilet sahibi bir zât şöyle anlatmıştır: “Benim İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine talebe olmamın sebebi şudur: Çok sevdiğim bir akrabam
vardı. Ağır hastalığa tutuldu. Çok doktorlara gitti, ilâç kullandı.
Fakat bir fâide görmedi. Bir kimseden, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
ismini ve büyüklüğünü duydum. Huzûruna gidip, teveccühlerini istirhâm
ettim. Fâtiha okudu ve husûsî odasına gitti. Biraz sonra çıkıp; “Hastası
için bizden şifâ isteyen ilim talebesi nerededir” deyip, beni çağırdı.
Hemen huzûruna gittim. “Gelin, af ve mağfiret olunması için Fâtiha
okuyalım!” dedi. Sonra ben şaşkın ve üzgün olarak, Serhend’den birkaç
kilometre uzakta bulunan köyüme döndüm. Yolda, kendi kendime dedim ki:
“İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Fâtiha okuyalım buyurarak, Fâtiha
okumasından bu akrabamın vefât ettiği anlaşılıyor. Eğer böyle ise, bu
çok büyük bir hârikadır. Muhakkak gelip, talebesi olmalıyım.” Eve
geldiğim zaman gördüm ki, akrabam vefât etmiş, yıkamış ve gömmüşlerdi.
Hesâb ettim. Tam İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin beni çağırıp; “Af ve
mağfireti için Fâtiha okuyalım” buyurduğu sırada vefât etmişti. Ben bu
sebeple, o büyük İmâm’ın talebelerinden oldum.”
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl
talebelerinden olan, yüksek yaradılışlı bir azîzden işittim, şöyle
buyurdu. “Mühim bir iş için Lahor şehrinden, Burhânpûr şehrine
gitmiştim. Serhend’e gelip, hazret-i İmâm’ın ellerini öpmekle
şereflendiğim zaman hastalandım. Gideyim mi, kalayım mı diye tereddüt
ediyorum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Çok mühim bir işin var, muhakkak
gitmelisin, inşâallah hayırlısı olur” buyurdu. Emîrlerine uyarak yola
çıktım. Henüz iki üç konak gitmiştim ki, hastalığım arttı. Bir gece
böyle devam etti. Bu hastalığın şiddetli zamanında kendi kendime; “Onlar
bana; “Gidin bunda hayır vardır” buyurdu dedim.” Hâlbuki hastalığım çok
arttı. Bu düşünceden sonra bu hastalığın ateşi ve sıkıntısı esnasında,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerini rü’yâda gördüm. “Hiç üzülme, şifâ bulacaksın
yola devam et” buyurdu. Sabah olunca, o hastalıktan hiçbir eser
kalmadığını gördüm. Delhi’ye gelince, orada bir dostum bana Hâre (bir
şehir) helvası ikram etti. Bunu yiyince, o hastalık daha şiddetli olarak
tekrar bana geldi. Yatağa düştüm ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerem
ve teveccühüne kavuşmak için yalvarmağa başladım, İki gün geçmeden,
hazret-i İmâm’ın huzûrunda bulunan, eski ve samîmi dostlarımdan biri,
aniden kapıdan içeri girdi. “Hayırdır, inşâallah” dedim. Dedi ki: “Beni
İmâm-ı Rabbânî hazretleri gönderdi. “Git, filân dostunun yanında bulun,
şimdi ağır hastadır, senin gibi işten, hâlden anlayana çok ihtiyâcı
olup, beraber bulunursunuz” buyurdu. “Senin yanına gelmek üzere yola
çıkacağım sırada bir torba şifalı ot isteyip sana getirmem için bana
verdi. İşte getirdim.” Ben dedim ki: “Bu otları İmâm-ı Rabbânî
hazretleri benim hastalığımın iyileşmesi için ilâç olarak göndermiştir.
Bu otları ezip, suyunu içmeliyim.” Doktorlar; “Sıtmanın şiddetli
zamanında, tatlı ve soğuk yenmez, içilmez” deyip, beni bu işten men
etmek istediler. Ben onlara; İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunları benim
için gönderdi içeceğim” dedim, ister istemez o otları ezip şerbet
yaptılar, içer içmez, hastalığımın yarısının geçtiğini anladım. Ertesi
gün kalan otların da suyunu çıkarıp içtim. O hastalık ve sıtma tamamen
geçti. Orada bulunanlar, bu hâdise üzerine hayretler içerisinde kaldılar
ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bağlılıkları kuvvetlendi.” Dekken
memleketinde bulunan bir zât vardı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerini henüz
görmemişti. Fakat uzaktan tanımış ve sohbetine kavuşmayı çok arzu
ediyordu. Arzusunun çokluğundan; “Uzakta kalan ve o ni’metlerden mahrûm
olan bu garîbe imdâd ediniz” şeklinde bir mektûp yazdı. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, bu mektûbu okuyup ona cevap olarak yazdığı mektûpda şöyle
buyurdu:
“Mektûbunuzu okurken, o diyardaki
nûrâniyetinizin fazlalığını gördüm ve ümidim arttı. Bunun için Allahü
teâlâya hamd ve şükürler olsun.” O zât bu müjdelerle dolu mektûbun
gelişinden bir sene sonra, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbeti ile
şereflendi. Bir müddet o kapıda hizmet etti ve çok iyi muâmele gördü.
Sonra tekrar, Dekken’e gitti. Dekken’e döndükten sonra İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin müjdesi zâhir oldu. Binlerce tâlib onun yardımı ile
Ahrâriyye yoluna girdi. Bir çokları, hâl ve zevklere kavuştu. Birçok
fâsık tövbe edip, doğru yola girdi. Onun bu hâlini, İmâm-ı Rabbânî
hazretleri daha önceden görmüş ve haber vermişdi. Mısra’:
“Kalbler, uzağı gören gözüne, esîr olsun.”
Dekken’de
emrinde binlerce insan olan, bir vâli vardı. Bu vâli sâlihleri,
âlimleri, ârifleri severdi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine de çok bağlılığı
ve muhabbeti vardı. Aniden eyâlet başkanlığından azledildi. Zamanın
sultânı, onun ve çocuklarının hakkında gayet kötü düşünüyor, hattâ
öldürmek bile istiyordu. O vâlinin tanıdıklarından olan, Mir Muhammed
Nu’mân onun hâlini İmâm-ı Rabbânî hazretlerine bir mektûp yazarak
arzetti. Husûsî yardımlarını istirhâm edip, tekrar aynı makama gelmesini
ve sultan tarafından gelecek belâlardan muhafaza edilmesi için duâ
istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbuna şöyle cevap yazdı:
“Mektûbunuzu okurken o hân (vâli) gözümde, pek yüksek göründü. Onun
hakkında hiç merak etmeyiniz.” Bu mektûp, Mir Muhammed Nu’mân’a
ulaşınca, mektûbu vâliye gönderdi. O da buna çok sevindi şükretti ve
dedi ki: “Sultânın, yoktan yere beni bu kadar fenâ tanıması ve beni bu
hâle düşürmesi bana çok ağır geliyor. Hasedçiler, sultâna benim hakkımda
çok yalanlar söylemişler ve yazmışlar. Bununla beraber büyük velîlerin,
eşsiz âriflerin teveccühlerine tamamen inanıyorum ve güveniyorum.” Bu
mektûbun yazılmasından on-oniki gün sonra, sultan yaptığına pişman oldu.
Tekrar merhamet ve şefkat edip, o eyâlet ve memleketi vâlinin emrine
verdi. Eskisinden daha çok ihsân ve iltifât eyledi.
İnsanları
doğru yola getirmek için çok çalışan bir âlim, muhabbet ve tam bir aşk
ile, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna gelince,
İmâm-ı Rabbânî hazretleri yeni gelenlere, bilhassa şeyhlere ve âlimlere
karşı gösterdiği neş’eyi, tevâzu ve muhabbeti bu kişiye göstermedi.
Ba’zı üstün talebeleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine; “Bu zât, meşhûr
âlimlerdendir” diye arzedip; “Tam bir ihlâs ile, çok uzaktan huzûrunuza
geldi. Ona, merhamet buyurun” dediler. Buyurdu ki: “Evet, öyle
düşünüyorduk. Fakat, alnında açık bir yazı ile “münkir” kelimesinin
yazılı olduğunu görüyorum. Ne yapalım!” Talebeleri bundan dolayı
şaşırdılar. Bir müddet onların yanında kaldı. Zamanla İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin keşf ve firâsetlerinin tamamen doğru olduğu anlaşıldı.
Çünkü Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “Mü’minin firâsetinden
korkunuz, çünkü o Allahın nûru ile bakar” buyurmaktadır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinden azîz bir zât şöyle anlatmıştır:
“Daha hocamın huzûru ile şereflenmemiştim. Bir mektûp gönderip;
“Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) eshâbının bir sohbetle, eshâbdan
olmayan, en büyük evliyâdan daha üstün olmalarının sebebi nedir? Yoksa
bir sohbette evliyâda hâsıl olan bütün hâllerden daha üstün bir hâl mi
elde ediyorlardı” diye sordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunun
cevâbında; “Bu suâlinizin cevâbı sohbete, hizmete ya’nî beraber
bulunmaya ve görüşmeye bağlıdır” diye yazdılar. Bundan sonra İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin huzûrları, hizmetleri ve sohbetleri ile
şereflendim. Daha ilk sohbette öyle hâllere kavuştum ki, açıklamaya ve
beyâna sığmaz. Aynı gün İmâm-ı Rabbânî hazretleri beni çağırıp: “Bu gün
senin mektûbuna cevap verdim, senin hâllerin başka şekil aldı. Anladın
mı? Yoksa anlamadın mı?” buyurdu. Ayaklarına kapandım. O esrâr ve
firâset nûrlarının bahçesindeki servinin ayaklarının toprağına, kalb
gözlerimden gizli nehirler akıttım.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebeleri şöyle anlatmıştır: “Gönül sahibi bir
seyyid, birgün İmâm-ı Rabbânî’nin huzûrlarına geldi. Seyyidi, öyle bir
hâl kaplamıştı ki, yanında oturan onun kalbinin; “Allah! Allah!”
dediğini duyardı. Hele uyuduğu zaman kalbinin bu zikri iki kat fazla
duyulurdu. Zamanın meşâyıhından, kemâle ve olgunluğa gelmeden icâzet
almıştı. Bu icâzetin hakkıyla verilmemiş olduğu anlaşıldı, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinden de izin ve icâzet almak istiyordu. Onun kalbinin
zikretmesi ve isteği üzerine, İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
“Mübârek bir zât olduğu anlaşılıyor. Ama bu hadde varan kalb zikrinin
istilâsından ve hakkıyla verilmemiş olan o icâzetlerden dolayı olan
düşünceleri, onun ilerleme yolunu kesiyor. Ona yapılacak ilâç, bu
hâllerini yok etmektir.” iki gün geçmeden, o kalbe âid zikr kendisinden
öyle alındı ki, her ne kadar kendini zorlasa bile zikr edemedi. Şaştı
kaldı. Ağlamağa, inlemeğe, feryâd etmeğe başlayıp, çok göz yaşları
döktü. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birkaç gün içinde, teveccühü ile onu
eritti ve onun gurûrunu kökünden kazıdı. Sonra onu çağırıp, tasavvufda
gizli hâller ile süsledi, hâllendirdi ve buyurdu ki: “Kalb hâlleri,
kalbe âid ve kökleşmiş olmalıdır.” İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin makbûl
ve keşf sahibi küçük kardeşleri ve kıymetli talebesi Şeyh Muhammed
Mes’ûd, geçim için ihtiyâcını gidermek maksadıyla, Kandehâr şehrine
ticârete gitmişti. O günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir sabah
huzûrlarında bulunan hizmetçilerine şöyle buyurdu: “Ne garîb iştir.
Kardeşim Muhammed Mes’ûd’un nerede olduğunu öğrenmek için teveccüh
eyledim. Keşf gözü ile her ne kadar aradıysam, hiçbir yerde bulamadım.
Bundan sonra daha dikkatli teveccüh eyledim, ölmüş ve henüz gömülmüş
olan yeni mezarını gördüm.” Dinleyenler hayretler içerisinde kaldılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bunu söylemesinden bir müddet sonra,
kardeşinin beraber gittiği arkadaşları geldiler ve onun Kandehâr’da
vefât ettiğini söylediler.
İmâm-ı Rabbânî
hazretleri bir defasında Ecmîr şehrine gitmişti. Bu sırada mübârek
Ramazan ayı gelmişti. Âdeti üzere teravih namazlarında, Kur’ân-ı kerîmi
hatm etmeğe başladı. Birinci gece yağmur yağdığı için küçük bir mescidde
namazı kıldılar. Çok sıkışık oldu. Ba’zı kimselerden onlara sıkıntı ve
eziyet geldi. Namazı bitirdikten sonra, buyurdu ki: “İnşâallah
hatmlerimizi bitiririz. Eğer Allahü teâlânın ihsânı ile geceleri yağmur
yağmayıp, mescidin avlusunda teravih namazı kılarsak ne büyük bir ni’met
olur.” Muhammed Hâşim-i Keşmî bundan sonrasını şöyle anlatmıştır: “Bu
fakir, bir arkadaşıma; “Ne söylediklerini duydun mu? Ramazanın sonuna
kadar bir daha yağmur görmeyeceğiz, inşâallah” dedim. Dördüncü hatmi
bitirdikleri Ramazân-ı şerîfin yirmiyedinci gecesine kadar, gece yağmur
yağmadı. Bu da onların büyük bir kerâmeti idi.”
Yine
Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “Teravih namazı kıldığımız o
mescidin, bir duvarı sağlam yapılmamıştı ve bir tarafa doğru eğilmişti. O
kadar ki, mescide gelenlerin çoğu ve etrâfında bulunanlar oradan
geçerken, bugün yarın bu duvar yıkılacak derlerdi. İmâm-ı Rabbânî
hazretleri birgün bu düşüncelerine temasla buyurdu ki: “Bu duvar, bu
fakirler burada kaldığı müddetçe, bize riâyet edip her hâlde
yıkılmayacak. Nitekim büyükler; “Bizim şakamız ciddîdir” buyurmuşlardır.
Buyurdukları gibi duvar, İmâm-ı Rabbânî hazretleri oradan ayrılıncaya
kadar yıkılmadı. Oradan ayrıldığımız gün, ben, herkes gittikten sonra
bir bahâne ile bir saat kadar o mescidin yanında kaldım. Duvarın
yıkılmasını ta’kib ediyordum, İmâm-ı Rabbânî hazretleri mescid görünmez
oluncaya kadar uzaklaşınca duvar birdenbire yıkılıverdi.”
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı Rabbânî hazretleri Lahor
şehrine gittikleri zaman bir gece, yatsı namazını kıldıktan sonra eski
bir binanın yanında durup; “Sakın kimse bu binanın yanında bulunmasın!”
dedi. O gece yağmur yağacak ve fırtına esecek bir durum gözükmüyordu.
Tecrübeli bir şahıs bana; “Diğer eski binalar bundan kurtulacak da, bu
binanın kabahati nedir ki, yıkılacak” dedi. Gecenin üçte ikisi geçtikten
sonra, o bina aniden yıkıldı. Bu binada bir kadın yatıyordu. Ev onun
başına çöktü. Yakın olan birisinin ayağına da bir tuğla düştü. Kadını
görenler ezildi ve öldü zannederlerdi. Hazret-i İmâm; “Biz bu gece
burada kimse kalmasın demedik mi?” buyurdular. O kadını oradan
çıkardıkları zaman, üzerinde bir yara ve incinme görülmedi, bir zarar
görmemişti.”
O zamanın sultânının üçüncü oğlu,
diğer kardeşlerinden çok daha olgun ve aralarında seçkin bir durumda
idi. Babasına isyan etmişti. Bir taraftan babası, bir taraftan da bu
oğlu, kuvvetli ordularla birbirlerine hücum ettiler. Şiddetli bir harb
başladı. Babasının tarafında bulunup, en mühim işleri deruhte eden büyük
bir kumandan, bu harb sırasında sultânın oğlunun tarafına geçti. Diğer
kumandanlar da bu düşüncede idiler. Bu şehzâde, velîlerin ve âlimlerin
sevgisini kazanmıştı. İslâmiyetin yayılmasına gayret ve müslümanları
himâye ediyordu. Zamanın evliyâsının büyüklerinden bir kısmı, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerine mektûp yazıp; “Delhi’de bulunan velîler ve büyükler
keşf ve vâkı’alarla galibiyetin ve nusretin şehzâde tarafında olduğunu
görüyorlar. Hazretiniz bu husûsda ne buyururlar” dediler: İmâm-ı Rabbânî
hazretleri cevâbında; “Harb meydanındaki vaziyetin bunun aksi olduğunu
anlıyorum, fakat sonunda şehzâdenin kazanacağını tamamen görüyorum”
buyurdu. Buyurdukları gibi oldu. Bir müddet kadar diğerleri devleti
idâre edip, sonra Allahü teâlâ kardeşler arasında sultanlığı ona (Şah
Cihan bin Cihângir’e) nasîb etti. Babasının vekîli olarak onun makamına
geçti. Allahü teâlâ, bu sultâna Hindistan’ı adâlet ve ihsânla dolduran
bir padişahlık nasîb eyledi. Bu pâdişâh sayesinde memleket başka nizâma
girdi. Ârifler ve âlimler bambaşka hürmet gördüler. Dîne üstün hizmetler
yapıldı.
Vefâtı:
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri 1024 (m. 1615) senesinde, elliüç yaşlarında iken,
talebelerinden çok sevdiklerine; “Benim ömrüm ve hayâtım hakkındaki
kazâ-yı mübremin altmışüç sene olduğunu ilham ile bana bildirdiler”
buyurdu. Ve buna çok sevindi. Çünkü Peygamber efendimize ( aleyhisselâm )
tâbi olmasının çokluğu, yaş bakımından da uymakla belli oluyordu. Aynı
zamanda bu husûsta Hazreti Ebû Bekr’e, Hazreti Ömer’e ve Hazreti Ali’ye
de uymuş oluyordu.
1032 (m. 1623) senesinde
Ecmîr’de iken; “Vefât etmemin yakın olduğuna dâir işâretler, alâmetler
görülmeğe başladı” buyurdu. Serhend’de bulunan kıymetli oğullarına
mektûp yazıp; “Ömrümüzün sona ermesi yakındır” buyurdu. Babalarının
hasreti ve ayrılığı ile yanan, evliyânın gözlerinin nûru kıymetli
oğulları, bu mektûbu alınca, babalarının bulunduğu yere hareket ettiler.
Huzûruna kavuşunca, birgün, bu yüksek oğullarını husûsi odaya çağırdı.
Buyurdu ki: “Kıymetli oğullarım, bu dünyâya hiçbir şekilde nazarım ve
bağlılığım kalmadı, öbür dünyâya gitmek îcâb ediyor, gitme ve yolculuk
alâmetleri görünmeğe başladı.” Muhammed Hâşim-i Keşmî demiştir ki:
“Oğulları odadan çıkınca, kalblerindeki sıkıntıyı ve ölçülemeyen
üzüntüyü, bu fakîr gördüm. Her birinin ağlamaktan boğazı tıkanıyordu.
Böyle olduklarını görünce, kendilerine ne için bu kadar ağladıklarını
sordum. Babaları İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin, vefâtının yakın olduğunu
açıklaması üzerine ağladıklarını öğrendim. Fakat İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, bu haberden oğullarının çok üzgün olduğunu, kalblerindeki
sıkıntı ve darlığı görünce, aynı zamanda kendisine daha bir yıldan çok
yaşayacakları bildirilince, tekrar oğullarını çağırdılar ve: “Bir takım
işleri tamamlamak için daha bir müddet yaşayacağımızı bildirdiler”
buyurdu. Bu müjdeden, bu iki mes’ud kardeş çok sevindiler, mesrûr
oldular. Bundan sonra bu hâdiseyi bana anlattılar. Bununla beraber, bu
fakirin gözyaşlarının aktığı rahneleri (çukurları) açmış oldular. Fakat,
bu müjdelerinden, kıymetli oğulları ve bu kalbi yaralı âşık, uzun
yıllar yaşayacaklarını ümid ettik.”
Gaybî
habercilerden biri de şudur “İmâm-ı Rabbânî hazretleri o günlerde, Hâce
Mu’înüddîn Ceşti hazretlerinin mezârını ziyârete gitti. Bir müddet o
evliyânın kalblerine murâkabe ederek oturdu. Kalkınca, buyurdu ki:
“Hazret-i Hâce çok iltifât edip, çok şefkat gösterdiler. Kendi husûsî
bereketlerinden ziyâfetler verdiler. Konuştuk ve çok sırlar açıklandı.
Konuşulanlardan biri şudur: Buyurdu ki: “Bu asker arasında bulunmaktan
kurtulmağa çalışmayınız. Kendinizi Allahü teâlânın rızâsına bırakınız.”
Bu arada o mezarda hizmet gören türbedârlar gelip, İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin elini öpmekle şereflendiler.
Mu’înüddîn
Ceşti hazretlerinin kabrinin örtüsünü her sene değiştirip eskisini
evliyânın büyüklerinden birine gönderirlerdi. Yâhud da zamanın
pâdişâhına verirler, o da kıymetli inci ve mücevherat gibi, bir
sandıkta, teberrüken saklardı. O gün, o mezârın örtüsünü değiştirdiler
ve eskisini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna getirip, buna en çok
lâyık olan sizsiniz diyerek takdim ettiler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
tam bir edeble kabûl etti. Örtüyü hizmetçilerine verip, kalbden soğuk
bir ah çekdi ve; “Hazret-i Hâce’ye bundan daha yakın bir libâs, bir örtü
yoktur. Bunu, bana kefen etmek için saklayın” buyurdu.
Muhammed
Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: “O günlerde bir gece, teheccüd
vaktinde bu fakir, husûsî odalarının yanına geldim. Kapılarının eşiğinin
dibinde başımı dizlerimin üzerine koyarak, tefekkür etmeğe başladım.
Aniden o odadan ağlamakla karışık acıklı, hüzünlü bir ses işittim.
Kulağımı kapıya dayadım ve İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin içli olarak bir
beyt okuduklarını ve Hakkı gören gözlerinden ihtiyâç ve muhabbet
gözyaşları döktüklerini anladım. O beyt şu idi:
“İki günlük hayatla Câmî gamına doymadı,
Âh ne güzel olurdu, şu ömrüm uzun olsaydı.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri Ecmîr seferinden Serhend’e dönünce, artık evinde
inzivâya çekildi. Bir müddet, beş vakit namaz ve Cum’a namazı hâriç,
evden dışarı çıkmadı. Nûr ve esrâr menba’ı olan husûsî odasına; Muhammed
Hâşim-i Keşmî’den, yüksek oğullarından, talebelerinden ve
hizmetçilerinden iki üç kişi hâriç, başkalarının girmesi çok nâdir
oluyordu. Bu halveti seçtiği günlerden birgün, soğuk bir nefes çekip;
“Şeyhülislâm’ın (Ebû Ali Dekkâk’ın) meşrebi çok yükselince, meclisinde
insan kalmadı” sözünü söyledi. Burada olduğu gibi, ömrünün sonuna doğru,
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin meşrebi de o kadar yüksek oldu ki,
talebelerinin en yüksekleri bile onun yanında mektebe yeni başlayan
küçük çocuklar gibi kalıyorlardı.
O günlerde
dostlarına yazdığı mektûplarda ekseriya istiğfar ve Kelime-i tevhîd’in
çok okunmasını yazardı. Hattâ ba’zı mektûplarında; “Ömrümüzün sonu
yaklaştı, bakalım ne olur?” diye açıkça yazdı. Muhammed Hâşim-i Keşmî
şöyle anlatmıştır: “Bu esnada, Dekken idâresinde karışıklıklar ve hercû
merçler sebebiyle hatırıma, gidip çocuklarımı alıp, yüksek huzûrlarına
getirip, Serhende, yerleşeyim diye geldi. Bu arzumu İmâm-ı Rabbânî
hazretlerine arzettim. Nihâyet yüzlerce hasret ve gamla izin verdi.
Gitmek için izin verdiği zaman, kendilerine; “Duâ buyurunuz da, bir an
evvel dönüp Hakka kulluk edenlerin sığınağı olan kapınızla şerefleneyim”
diye arzettim. Bir âh çekip; “Duâ edelim de, âhırette, hep beraber bir
yerde olalım” buyurdu. Bu canları yakan son sözleri aklımı başımdan
aldı. Fakat, bu talihsizin nasîbi mahrûmluk olunca, kazaya karşı
gelemeyip, ister istemez, gözlerimden kanlı yaşlar akıta akıta, hasret
ve gurbet şiirleri dize dize hazırlığa başladım ve ayrıldım.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şa’bân ayının onbeşinci
gecesi olan “Berât kandili” gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi.
O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi
ki: “Bu gece ecellerin ve amellerin takdîr edildiği gecedir. Kimbilir
Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye
kaydetti.” İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; “Niçin tereddüt ve
şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden
silindiğini görenin hâli nice olur?” buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr
yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o
sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: “İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin ömrünün son günlerinde, hasta olduğu sırada
huzûruna çıkıp, birkaç günlüğüne memleketime gidip gelmek için izin
istedim. “Birkaç gün dur!” buyurdu. Sonra tekrar arzedip; “Hemen gidip,
döneceğim” dedim. “Birkaç gün sabret!” buyurdu. Fakat; “Gidip en kısa
zamanda huzûrunuza döneceğim” deyince, izin verdi ve: “Sen nerede, biz
nerede, ilkbahar nerede?” mısra’ını okudu. Bu sözünden birkaç gün sonra
vefât etti.
Bunun gibi, husûsî mahremleri ve
onlara çok yakın olanlar; bu günlerde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ
ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; “Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün
insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?” diye
sorunca, cevâbında: “Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum, İş böyle
olunca, tamamen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâima istiğfar ediyorum,
af diliyorum. Bunları zarurî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve
nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu
da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için
beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız”
buyurdu.
Yine bugünlerde, birgün kendi evinin
aralığında (holünde) istirahat ederken, aniden; “İki üç ay sonra biz bu
evde olmayız” buyurdu. Orada bulunanlar; “Husûsî odanızda mı
bulunacaksınız?” diye arzettiler. Buyurdu ki: “Orada da olmayacağım.” Ya
nerede olacaksınız?” diye sordular. “Bu yerlerden hiçbirinde olacağım
görülmüyor. Bakalım ne olur?” buyurup, yollarının îcâbı açık söylemedi.
Bu
arada çok sadaka verdi ve büyük hayırlar yaptı. Esrâr mahremlerinden,
yakınlarından biri, bu sadaka ve hayratlarının çokluğunu görünce; “Bütün
bu hayratlar, belâların giderilmesi için midir?” diye sordu. Buyurdu
ki: “Hayır, belki de kavuşmak şevki ile bunları yapıyorum. Ve şu beyti
okuyup gözlerinden sevinç gözyaşları döküldü:
“Vuslat günüdür sırdaşım âleme kucak açayım,
Bu devletin, bu ni’metin sevinçlerini saçayım.”
Muharrem-ül-harâm
ayının onikinci günü buyurdu ki: “Bana bu dünyâdan öbür dünyâya gitmeme
kırk veya elli gün kaldığını bildirdiler. Mezârımı da gösterdiler.” Bu
sözleri dinleyenler üzüldüler ve şaşa kaldılar. Ciğerlerindeki yara
yeniden tazelendi. O günlerde, oğlu Muhammed Sa’îd birgün, İmâm-ı
Rabbânî hazretlerini ağlarken gördü. Sebebini sordu. Cevâbında; “Allahü
teâlâya kavuşmanın sevinci ile ağlıyorum” buyurdu. Yine oğlu; “Allahü
teâlâ, bu işi, bu dünyâda çok sevdiklerinin isteğine bırakır. Madem ki,
siz bu kadar çok istiyorsunuz, elbette gidersiniz” diye arz etti. Bu
sözü söyleyen oğullarında bir değişme gördü ve buyurdu ki: “Muhammed
Sa’îd! Allahü teâlânın gayretine dokunuyorsun.” Oğlu; “Kendi hâlime
üzülüyorum” dedi ve gayet samimî bir beyânla, derd ve elem dolu kalbini
dışarı vururcasına; “Ey gönlümün sürûru babacığım! Bize yaptığınız bu
şefkatsizlik ve acımasızlık nedendir?” diye arz etti. Bunun üzerine;
“Allahü teâlâ sizden sevgilidir. Ayrıca bizim size şefkat ve
yardımlarımız, vefât ettikten sonra, bu dünyâdakinden daha çok
olacaktır. Çünkü bu dünyâda iken, insanlık îcâbı ba’zan ister istemez
yardım ve teveccüh tam olmuyor. Hâlbuki öldükten sonra, beşerî
sıfatlardan tamamen ayrılma vardır” buyurdu. Bunu söylediği günden
i’tibâren, o günleri saymağa başladılar. Şöyle ki, Safer ayının
yirmiikinci gecesi kalbleri hasta eshâbına; “Bugün söylediğim günlerin
kırkıncı günü geçmiş oluyor. Bakalım bu yedi-sekiz günde ne zuhur eder”
buyurdu. Yine oğullarına buyurdu ki: “Şu arada hâsıl olan birkaç günlük
sıhhatte, Allahü teâlâ, Habîbine ( aleyhisselâm ) tâbi olan bir insanda
bulunabilecek bütün kemâlâtı bana ihsân eyledi. Oğullarının bu sözlerden
kalbleri parçalandı. Çünkü, bu sözlerde Hazreti Ebû Bekr ( radıyallahü
anh ) Sıddîk-i Ekber’in; “Bu gün dîninizi tamam eyledim.” âyet-i
kerîmesi gelince kalblerine gelen, ya’nî Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ) vefât edecektir, ilhamından bir işâret bulunduğunu
anladılar. Mısra’:
“Senin misk zülfünden, ayrılık gecesinin kokusu geliyor.”
Safer
ayının yirmiüçü Perşembe günü, dervişlere, kendi mübârek elleriyle
elbiselerini taksim etti. Kendi üzerinde pamuklu, sıcak tutan bir elbise
bulunmadığı için, havanın soğukluğu te’sîr edip, tekrar sıtma
hastalığına tutuldu ve tekrar yatağa düştü. Peygamber efendimiz (
aleyhisselâm ) hastalıktan kurtulup, az bir zaman sonra tekrar hasta
olmuşlar ve vefât eylemişlerdi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu husûsta da
ittibâ’ı (uymayı) kaçırmadı. Bu hastalıktan evvel hizmetçilerinden
birine; “Mangal için şu kadar liralık kömür al!” buyurdu. Biraz sonra
tekrar yanına çağırarak; “Söylediğimin yarısı tutarında kömür al, çünkü
bir ses kalbime, o kömürleri yakacak kadar zaman kalmadı diyor” buyurdu.
Kömürün bir kısmını kendisi için ayırtıp, diğerini çocuklarına
gönderdi. Kendisine ayrılmış olan miktar, vefât ettiği gün tamamen
bitmişti. Bu hastalık zamanında, yüksek ilimleri, çok fazla olarak kendi
yüksek oğullarına anlattı. Birgün ince hakîkatleri beyânda o kadar
uğraşıyor ve bunun için o kadar konuşuyordu ki, kıymetli oğulları Hâce
Muhammed Sa’îd; “Hazretinizin hastalığı bu kadar konuşmanıza elverişli
değildir, bu ma’rifetlerin beyânını bir başka zamana bıraksanız nasıl
olur babacığım?” diye arzetti. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey oğlum! Daha
zaman ve fırsat var mı? Biliyorum ki, bir başka vakit, bu kadarını
söylemeye de kuvvet ve kudret bulamayacağım.”
Bu
günlerde hastalığı şiddetli olmasına rağmen cemâatle namaz kılmağı
terketmedi. Ancak son dört-beş gün, yalnız başına namaz kıldı. Duâları,
tesbihleri, salevâtları, zikri ve murâkabeyi, hiçbir eksiklik olmadan
yapıyordu. Dînimizin ve hocalarının yollarının inceliklerinden hiçbirini
terketmiyordu. Bir gece, gecenin üçüncü yarısında kalkıp abdest aldı.
Teheccüd namazını ayakta kıldı ve; “Bu bizim son teheccüdümüzdür”
buyurdu.
Vefâtından biraz önce, kendinden geçme
hâli görüldü. Büyük oğlu, bu kendinden geçme hâlinin çokluğu,
hastalığın şiddetinden mi, yoksa istiğrak (nurlara gömülme) sebebi ile
midir, diye arzetti. Cevâbında; “İstiğrak sebebi iledir. Çünkü, ba’zı
çok yüksek hâller görünüyor. Bunun için onlara teveccüh ediyorum, tâ ki
hepsini oldukları gibi görebileyim ve bunlarla herşeyim tamam ve kâmil
olsun” buyurdu. Bu derin sırlardan kısaca yüksek oğullarının kulaklarına
fısıldadı. Bu kendinden geçme hâlinden kurtulunca, ciğeri yaralı, kalbi
yanık talebelerine elveda sözünü hatırlatan, vasıyyetlerini söylemeye
başladı. Bu vasıyyetlerin çoğu; mutâbeata, Peygamberimize ( aleyhisselâm
) tâbi olmaya teşvik, sünnete yapışma, bid’atten kaçınma, zikr ve
murâkabeye devam etme hakkında idi.
Buyurdu ki:
“Sünnete çok sıkı sarılmak lâzımdır.” Bu sözleriyle de Peygamber
efendimize ( aleyhisselâm ) uymak istemişlerdi. Çünkü, Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edecekleri zaman böyle nasihat
eylemişlerdi. Abbâd bin Sâriye’den ( radıyallahü anh ). Tirmizî ve Ebû
Dâvûd şöyle rivâyet eder “Resûlullah ( aleyhisselâm ) bize va’z
ediyordu. Bu va’zdan kalbler ürperiyor. Gözler yaşarıyordu. Dedik ki:
“Yâ Resûlallah! Bu sözleriniz veda va’zına benziyor, bize vasıyyet
ediniz.” Resûlullah aleyhisselâm buyurdular ki: “Size vasıyyetim olsun:
Allahtan korkunuz, bir köle bile emr-i ilâhîyi bildirirse dinleyiniz ve
yapınız. Yaşayanlarınız çok şeyler görecek. O zaman benim ve Hulefâ-i
râşidînin sünnetine gayet sıkı sarılınız, onu elden kaçırmayınız. Dinde
bid’atten çok sakınınız. Çünkü bütün bid’atler dalâlettir, sapıklıktır.”
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri vasıyyetine devamla şöyle buyurdu: “Dînimizin
sahibi, Resûlullah ( aleyhisselâm ) nasihatlerin en incelerini bile;
“Din nasihattir” hadîs-i şerîfi gereğince ihmâl etmediler. Dînimizin
kıymetli kitaplarından, tam tâbi olmak yolunu öğreniniz ve bununla amel
ediniz. Benim techiz ve tekfin işlerimde sünnete uyunuz.” Bundan evvel
daha önce mübârek hanımına buyurmuştu ki: “Eğer ben senden evvel, bu
sıkıntılarla dolu dünyâdan âhırete gidersem, benim kefenimi, senin mehr
parandan aldırırsın.”
Nasihatlerinden biri de;
“Mezarımı belli olmayan bir yere yapınız” idi. Yüksek oğulları
arzettiler ki: “Bundan evvel, hazretinizin işâreti ile ağabeyimizin
gömüldüğü, şerefli ve bereketli yer hakkında; “Benim mezarım orada
olacaktır. Aynı yerde gömüleceğim” buyurmuştunuz. Bu gün de böyle
buyuruyorsunuz.” “Evet öyle idi. Fakat şimdi ben böyle istiyorum” dedi.
Oğullarının,
bunu kabûl etme hakkında durakladıklarını görünce; “Eğer böyle
yapmazsanız, şehrin dışında yüksek babamın yanına defnediniz. Bu da
olmazsa, şehrin hâricinde bir bahçede benim mezarımı yapınız.
Süslemeyiniz. Olduğu gibi bırakınız ki, en kısa zamanda nişanı kalmasın”
buyurdu.
Hazret-i İmâm kendi kabirleri için
buyurdukları iki üç yer hakkında, oğullarında bir duraklama, bir dikkat,
hattâ bir şaşkınlık görünce, tebessüm edip; “Serbestsiniz. Nereyi
münâsip görürseniz, oraya defnediniz” buyurdu. Vefât ettiği Safer ayının
yirmidokuzunda Salı günü, gece kendine hizmet eden hizmetçilerine; “Çok
zahmet çektiniz, bu sizin son zahmetinizdir” buyurdu. Gecenin sonunda:
“Bu gece de bitti, sabah oldu” buyurdu. O günün işrâk zamanında; “Bevl
edeceğim, bir leğen getirin” buyurdu. Getirdiler, fakat içinde kum
yoktu, “İçinde kum olmazsa sıçrama ihtimâli olabilir” buyurdu. O en
nâzik zamanda da, en ince husûslara dikkat edip, bevl etmedi ve; “Bu
leğeni kaldırın, beni de yatağıma yatırın” buyurdu. Dediği gibi
yaptılar. Kendilerine biraz sonra, vefât edeceksin, abdest almağa vakit
bulamayacaksın ilhamı gelince, abdestini bozmak istemedi ve abdestli
olarak rûhunu teslim etmek istedi. Sedirin üzerine yatınca, sünnet üzere
sağ elini sağ yanağının altına koyup, zikrle meşgûl oldu. Büyük oğlu
Muhammed Sa’îd, babasının sık sık nefes aldığını görünce; “Hâl-i
şerîfiniz nasıldır babacığım?” diye arzetti. “İyiyim ve kıldığım o iki
rek’at namaz kâfidir” buyurdu. Bundan sonra bir daha konuşmadı. Yalnız
Allahü teâlânın ismini söyledi ve biraz sonra da vefât etti.
Peygamberlerin büyüklerinin çoğunun son sözleri namaz olmuştur. Bu
husûsta da Peygamberlerin serverine ( aleyhisselâm ) tâbi oldu. Vefâtı
binotuzdört senesi, Safer ayının yirmisekizi, güneş hesabı ile
yirmidokuzu, Salı günü kuşluk vakti vâkî oldu.
O
ay yirmidokuz gün idi. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) vefât ayı
olan Rebî’ul-evvel ayının ilk gecesi, Peygamber efendimizin (
aleyhisselâm ) huzûruna kavuştu. Hastalık ve humma çektiği günler,
yaşının sene adedi kadar olup, altmışüç gün idi. Hadîs-i şerîfde; “Bir
günlük humma, bir senenin keffâretidir” buyuruldu. Çektikleri hastalık,
bu hadîs-i şerîfin ma’nâsına uygun oldu.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin nurlu bedeni yıkama tahtasının üzerine koyulup,
elbiseleri soyulunca, orada olanların hepsi de gördüler ki, hazret-i
İmâm, namazda olduğu gibi ellerini bağladı. Sağ elinin baş parmağı ve
küçük parmağını, sol elin bileğinde halka yaptı. Hâlbuki, oğulları
vefâtından sonra, kollarını düzeltip uzatmışlardı. Yıkama tahtasına
yatırırken, tebessüm etti ve bir müddet böyle mütebessim olarak kaldı.
Hattâ orada olanlar feryâd ettiler.
Yıkayıcı,
mübârek ellerini açıp düzeltti. Sol tarafa yatırdı, sağ tarafını yıkadı.
Sağ tarafa yatırıp sol tarafını yıkayacağı zaman, orada bulunanlar,
velilik kuvvetinin bir alâmeti olarak, zaîf bir hareketle ellerinin
hareket ettiğini, biraraya geldiğini ve eskisi gibi tekrar sağ elinin
baş ve küçük parmaklarının, sol elinin bileğinde halka yaptığını
gördüler. Hâlbuki sağ tarafa yatınca, sağ elin sol el üzerine gelmemesi
îcâbederdi. Latif elleri mum ve taze gül yaprağı kadar taze idiler.
Bununla beraber öyle bir kuvvetle sol elini tutmuştu ki, ayırmak ve
çözmek mümkün değildi. Kefene sardıkları zaman, yine ellerinin
bağlandığı görüldü. Böylece iki-üç defa vâki oldu. Nihâyet oradakiler,
bunda derin bir ma’nâ ve gizli bir sır olduğunu anlayıp, bir daha
ellerini açmaya uğraşmadılar ve oğulları Hâce Muhammed Sa’îd; “Madem ki,
muhterem babam böyle istiyor, böyle bırakalım” buyurdu. Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîfde; “Yaşadıkları gibi ölürler”
buyurdu. Bu, Allahü teâlânın büyük bir ihsânıdır. Dilediğine ihsân
eyler. O’nun ihsânı boldur.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin cenâze namazını, oğlu Hâce Muhammed Sa’îd kıldırdı.
Vefâtında 63 yaşında idi. Serhend’de evinin yanında defnedildi. Daha
sonra Afganistan pâdişâhı Şâh-i Zaman, kabri üzerine büyük ve çok
san’atlı bir türbe yaptırdı. Vefât haberi, talebelerini ve sevenlerini
çok üzüp ağlattı. Duyulduğu her yerde gözyaşları döküldü. Vefâtı üzerine
çok şiirler yazılmış ve pekçok târih düşürülmüştür. Onun vefâtına
dayanamayan talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatır: “Vefât
ettiği günün akşamı şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız
hazînenin hayaliyle içim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. Kalbimden soğuk
ahlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum. Ben bu hâlde iken
birden hocamın rûhâniyeti gözüküp; “Sabretmek lâzım” buyurdu Binlerce
kırıklık ve perişanlık içinde; “Ey efendim, ateşe kim dayanabilir?”
dedim, “İbrâhim aleyhisselâma uymayı yerine getirmek lâzımdır” buyurdu.
Böylece, bu kendinden geçmiş âşığın divaneliği arttı, ızdırâbımı ve ona
olan muhabbetimi dile getiren şiirler söylemeğe başladım.”
Büyük
oğlu Muhammed Sa’îd buyurdu ki: “Yüksek babamı, vefâtından sonra
rü’yâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük ni’metlerden tam
neş’e ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihar ediyordu. Kendisine;
“Canım babacığım, şükr makamından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?”
diye arzettim. “Evet, beni de şükredenlerden eylediler” buyurdu.
Arzettim ki, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şükreden kullar azdır” (Sebe’-13)
buyuruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler
olduğudur. Yâhud da Peygamberlerin en büyük eshâblarıdır. Ebû Bekr-i
Sıddîk ( radıyallahü anh ) gibi deyince; “Evet, öyledir. Fakat beni
husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler” buyurdu.
Hâce
Muhammed Ma’sûm hazretleri buyurdu ki: “Babamı vefâtından sonra rü’yâda
gördüm. Münker ve Nekîr’in suâli nasıl geçti? diye sordum.” Buyurdu ki:
“Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilham edip; “Eğer sen
izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek” buyurdu. Arzettim ki: “Ey
Allahım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz
rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi.”
Tekrar; “Kabir sıkması nasıl geçti?” diye sordum. “Oldu, fakat çok az
oldu” buyurdu.
Çocukları:
1-
Hâce Muhammed Sâdık: Büyük oğlu olup, daha küçük yaşta tasavvufda
yüksek hâllere kavuştu. Onsekiz yaşında iken zâhirî ilimleri bitirip,
ders vermeye başladı. Tasavvufda en yüksek dereceye ulaştı. Yirmidört
yaşında iken 1025 (m. 1616) senesinde tâ’ûn, veba hastalığından vefât
etti.
2- Hâce Muhammed Sa’îd: Babasının
huzûrunda ilim öğrenip, onyedi yaşında aklî ve naklî ilimleri öğrendi.
Tatlı sözlü ve alçak gönüllü olup, dünyâya hiç kıymet vermezdi. Hadîs ve
fıkıh ilimlerinde, yüksek derecede âlim idi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
bu oğluna icâzet ve hilâfet verip; “Muhammed Sa’îd, Ulemâ-i
râsihîndendir (ilmini nübüvvet kaynağından alan âlimlerden)” buyurdu. Bu
oğlu 1070 (m. 1660) senesinde vefât etti.
3-
Muhammed Ma’sûm: Hindistan’da yetişen kelam âlimlerinin en
meşhûrlarından olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde pek yüksek derecede idi.
O doğunca, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Muhammed Ma’sûm’un dünyâya
gelişi bizim için pek bereketli ve pek mübârek oldu” buyurmuştur. Babası
onu aklî ve naklî ilimlerde yüksek derecede yetiştirmiştir. Ona; “İlim
tahsilini çabuk bitir ki, seninle işimiz vardır” buyurmuştur. Muhammed
Ma’sûm (r.aleyh) daha ondört yaşında iken babasına; “Ben kendimde öyle
bir nûr görüyorum ki, bütün âlem güneş gibi ondan aydınlanmaktadır. Eğer
o nûr sönerse dünyâ karanlık, zulmetli olur!” diyerek hâlini babasına
arzetmiştir. Bunun üzerine babası İmâm-ı Rabbânî ona; “Sen zamanının
kutbu olursun” buyurarak müjde vermiştir. Muhammed Ma’sûm, daha sonra bu
husûsu şöyle belirtmiştir “Allahü teâlâya hamdü senalar olsun.
Va’dedilen ele geçti. Müjdelere kavuştum!” Muhammed Ma’sûm ( radıyallahü
anh ) 1079 (m. 1667) senesinin Rebî’ul-evvel ayının yedinci günü vefât
etti.
4- Muhammed Ferrûh: Daha çok küçük iken
feyz ve nûrlara kavuşmuş, küçük yaşta, tâ’ûn hastalığından 1024 (m.
1615) senesinde vefât etmiştir.
5- Muhammed
Îsâ: ismi, Îsâ aleyhisselâmın ismine izafeten Îsâ konmuştur. Birgün
İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Tâhâ” sûresini dinliyordu. Buyurdu ki: “Îsâ
aleyhisselâmı gördüm. Meclisimizde idi. Bana; “Senin bir çocuğun dünyâya
gelecek. İsmini benim ismimden koyunuz” dedi. Doğunca ismini Muhammed
Îsâ koydular. Dört yaşına gelince hârikaları, kerâmetleri görülmeye
başladı. Bu oğlu da Muhammed Ferrûh ile aynı gün tâ’ûn hastalığından
vefât etti.
Veba (tâ’ûn) hastalığının yaygın
olduğu günlerde, iki oğlu Muhammed Ferrûh ve Muhammed Îsâ hastalandılar.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu iki kardeşi birbirinden ayrı yerlerde
yatırın dedi. Muhammed Ferrûh’u cemâathâne odasında, Muhammed Îsâ’yı
ise, içerideki odada yatırdılar. Muhammed Îsâ vefât etti. “Muhammed
Ferrûh’da ağırdır. Kardeşinin vefâtını ona haber vermeyelim” dediler. Bu
sırada Muhammed Ferrûh; “Ey kardeşim, vefasızlık ettin, benden evvel
gittin” dedi. Mevlânâ Abdülhay orada idi. “Baba, kime söylüyorsun?”
dedi. “Muhammed Îsâ’ya söylüyorum. Ahırete gitmede benden evvel
davrandı” cevâbını verdi. Mevlânâ Abdülhay, “Muhammed Îsâ içerideki
odadadır. Onun vefât ettiğini nereden bildin?” deyince, Muhammed Ferrûh;
“Meleklerin onu gasl ettiklerini görüyorum” dedi. Aynı gün akşam
Muhammed Ferrûh da vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî
hazretleri, Mevlânâ Sâlih’e gönderdiği bir mektûpda (Birinci cild, 306.
mektûp), tâ’ûn hastalığından küçük yaşta vefât eden oğulları için kısaca
şöyle yazıyor:
“Kardeşim Molla Sâlih!
Serhend’de bulunanların başına gelenleri dinle! Büyük oğlum Muhammed
Sâdık ( radıyallahü anh ), iki küçük kardeşi Muhammed Ferrûh ve Muhammed
Îsâ birlikte âhırete gittiler. “İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râci’ûn.”
Allahü teâlâya sonsuz hamd olsun ki, önce geride kalanlara sabr etmek
gücünü ihsân eyledi. Bundan sonra bu belâdan râzı olmayı nasîb eyledi.
Beyt:
“Beni incitsen de, yüz dönmem yine,
Sabretmek tatlı olur sevgili elemine.”
Sekiz
yaşında vefât eden ve bu yaşta çok kerâmet ve hârikaları görünen
Muhammed Îsâ’dan ne bildireyim! Her üçü de, nefis birer cevher idiler.
Bize emânet verilmişlerdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu emânetleri
râzı olarak sahibine teslim eyledik. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi
hürmetine, bizi onların sevâbından mahrûm bırakma! Onlardan sonra
bizleri fitneye düşürme!”
6- Ümmü Gülsüm:
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kerîmesi, kızı olup, iffet hazînesi idi.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri birgün çocukları ile evde oturuyorlardı.
Kerîmeleri Ümmü Gülsüm o zaman yedi yaşında idi. Odaya girdi ve
annesine; “Vah vah! Siz Allahdan gâfil hâlde oturuyorsunuz” dedi. İmâm-ı
Rabbânî hazretleri ona; “Bîbî! Sen Allahü teâlâyı unutmamak hâlini
nereden aldın?” buyurdu. “Siz perde arkasından, filân hanıma zikr telkin
ediyordunuz. Ben de perde arkasında olan o hanımefendinin yanında idim.
O günden beri benim kalbim zikr ediyor. Dâima, Allah Allah diyor.
Allahü teâlâyı bir an unutmuyorum. Aynı zamanda kalblerde olanları da
biliyorum. Kimi görsem, kalbindekini bilirim” dedi. Kardeşlerinden
birgün sonra, ya’nî Rebî’ul-evvelin sekizinci günü o da vefât etti.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bu kızından başka iki kızı daha vardı.
Bunlardan biri, babasının sağlığında vefât etti. Diğeri de Kâdı
Abdülkâdir’le evlendi.
7- Muhammed Eşref: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğullarından olup, babasının sağlığında, süt emmekte iken vefât etti.
8-
Şah Muhammed Yahyâ: İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin en küçük oğludur. Bu
oğullarına Şah lakabını vermesinin sebebi; Şah İskender-i Kâdirî’nin bu
çocuğa, daha çok küçük yaşta teveccüh edip, inâyet nazarları ile hâlini
süsleyip, kendi dedelerinin âdeti üzere, bu gözbebeğine Şah ismini
vermiş olmasıdır. Yahyâ ismini vermelerine gelince; bu oğlu dünyâya
gelmeden önce, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine şöyle ilham olundu: “Evinde
bir çocuk dünyâya gelecek, senin ismini ihyâ edecek, yaşatacaktır.”
Dünyâya gelince, o müjde sebebi ile ismini; ihyâ eden ma’nâsına Yahyâ
koydu.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dâima bu
vilâyetin gözbebeğinin yaradılışının ve kabiliyetinin yüksekliğinden
bahsederlerdi. Hattâ bu göz nûru, hazret-i İmâm’ın bereketli terbiyeleri
ile sekiz dokuz yaşlarında iken Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Daha çok
küçük yaşta, kendisinde ilim tahsiline karşı öyle bir rağbet ve muhabbet
görülüyordu ki, üstadına yaptığı rabıtalar ve bu esnadaki müşâhedeler,
hiç bir çocukta görülmüş ve duyulmuş değildir. İmâm-ı Rabbânî, Ecmîr
seferinden dönerken, hizmetçilerinden birkaçı, Şah Muhammed Yahyâ’yı,
hazret-i İmâm’ı karşılamak için iki üç konak ileriye götürdüler.
Hazret-i İmâm’ın huzûruna geldi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, dört gün
sonra Serhend’e geleceklerini söyledi. Oğlu Serhend’e dönmek için
babasından izin istedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; “Dönmek için niçin bu
kadar acele ediyorsun. Yoksa bizi özlemedin mi?” buyurdu. “Burada
kalırsam derslerim kalır ve filân arkadaşım beni geçer. Bunu istemem.
Hocamı da özledim” dedi. İmâm-ı Rabbânî hazretleri çok memnun oldu ve;
“Evet, ne için böyle olmasın ki, âlimler tabakasındandır, sâlihler ve
hafızlar hânedânındandır” buyurdu ve izin verdi.
Şah
Muhammed Yahyâ babasının vefâtından sonra, yüksek ağabeylerinin
bereketli terbiyeleri ile, aklî ve naklî ilimleri tamamen öğrendi. Tam
bir kuvvet ve kudretle ilim kürsüsüne oturup, en zor kitaplardan ders
okutmaya başladı. Allahdan başka herşeyden vaz geçip, lüzumsuz hiçbir
şey yapmayıp, vakitlerinin kıymetini bilip, sünnet-i seniyyeye uyup, bu
büyükler yoluna tam riâyet edip, bu yolda devam etti. Öyle ki,
temizliğin ve ma’nevî nisbetin varisliği, temiz alnından belli olurdu.
Boyu, gözleri, kaşları, yürüyüşü, yüksek babasına çok benzerdi. Makbûl
ve sevgili olmasının alâmetlerinden biri de, Hâce Bâkî-billah’ın büyük
oğlu Hâce Muhammed Abdullah’ın kızının, bu vilâyet sedefinin nikâhı
altına girmesidir. 1037 (m. 1627) senesinde onbeş yaşında idi ve
“Mutavvel” okuyordu.
Zâhirî ilimlerden sonra,
yüksek ağabeylerinin yanında tasavvuf yolunda ilerledi. Kemâl ve ikmâl
derecelerine kavuşup, mürşid-i kâmil-i mükemmil oldu. Yüksek keşf ve
ma’rifetler sahibi oldu. Bir kısmını kalem dili ile, hazret-i
Urvet-ül-Vüskâ İmâm Ma’sûm’a arzetti, doğruluklarını sordu. Mektûbât-ı
Ma’sûmî’de bunlar vardır.
Yüksek ağabeyleri,
Haremeyni şerîfeyni ziyârete gidince, bu da onlarla beraberdi. O mübârek
yerlerin feyz ve nûrlarından çok nasîb aldı. 1098 (m. 1687)’de vefât
etti. Tegannînin haram olduğuna dâir bir risalesi vardır. (Tegannî;
Kur’ân-ı kerîmi ve ezanı, hareke veya harf katacak veya harfleri
değiştirecek şekilde, müzik perdelerine uyarak okumaktır.)
Şah
Muhammed Yahyâ’nın iki oğlu kaldı. Biri Şeyh Ziyâeddîn, diğeri Şeyh
Fakîrullah idi. Bunların ikisi de zâhir ve bâtın kemâllerine
kavuşmuşlardı. Mektûplarından birkaçı Gülşen-i Vahdet’de vardır.
Talebeleri:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri irşâd makamına geçip, insanları irşâda, doğru
yolu anlatmaya başlayınca, insanlar dünyâ kazançlarını bırakıp,
yakın-uzak heryerden karınca ve çekirge sürüleri gibi huzûruna
üşüştüler. Onun bereketiyle, dünyâda bir benzeri daha bulunmayan ve
büyük bir ni’met olan ders halkaları ve sohbet meclisleri kuruldu.
İslâmiyetin zayıf, kâfirlerin galip olduğu bir zamanda, binlerce gayr-i
müslim İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûrunda müslüman oldu. Nice fâsık
ve fâcir, haramlara dalmış felâket içinde olan günahkâr kimseler, onun
sohbeti ile hidâyete kavuşmuş, hâllerini düzeltip, takvâ sahibi ve
ibâdet eden kimseler olmuşlardır.
Dünyânın her
yerinden, uzaktan-yakından pekçok insan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini
rü’yâda ve uyanıkken görüp, aşk ve muhabbetle huzûruna koşmuşlardır.
Âlimlerden, sâlihlerden, zengin ve fakirlerden pekçok kimse böylece
huzûruna gelip, sohbetiyle şereflenmişler, ondan feyz almışlardır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretleri, huzûruna gelip, sohbetinde toplanan herkese
teveccüh eder, feyz verir ve tasavvufta üstün hâllere kavuştururdu.
Elinde tövbe edip, ona talebe olanların sayısı yüzbinlerin üstündedir.
Seçkin talebelerini insanlara doğru yolu anlatmak üzere çeşitli
memleketlere göndermiş ve talebeleri vasıtasıyla oralara da feyz
vermiştir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinin meşhûrlarından bir kısmı şu zâtlardır:
Muhammed
Sâdık: Yirmidört yaşında iken çok az insanın kavuşabileceği yüksek
derecelere kavuşan büyük oğludur. Babasının sağlığında 1025 (m. 1616)
senesinde vefât etmiştir. Muhammed Sa’îd: Yüksek hâller, güzel ahlâk ve
temiz ameller sahibi ikinci oğludur. Aklî ve naklî ilimlerde âlim,
tasavvuf bilgilerinde mütehassıs idi. Babasının husûsî sırlarına büyük
derecelerine, eşsiz kemâlât ve hâllerine kavuşup, onun nûrunu bütün
âleme yayan üçüncü oğlu Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî olup, dokuzyüzbin
talebesi vardı. Bunlardan yüzkırkbini evliyâ, yedibini de mürşid-i kâmil
idi. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebeleri arasında, en
meşhûrlarından ve halîfelerinden olanları da şu zâtlardır 1- Mîr
Muhammed Nu’mân, 2- Şeyh Tâhir-i Lâhori, 3- Bedî’uddîn Sehâren-pûri, 4-
nûr Muhammed Pütnî, 5-Hamîd-i Bingâlî, 6- Şeyh Müzzemmil, 7-Şeyh Tâhir
Bedahşî, 8- Mevlânâ Ahmed Berkî, 9- Mevlânâ Kâsım Ali, 10- Mevlânâ Yûsuf
Semerkandî, 11-Mevlânâ Muhammed Sâlih Gülâbî, 12-Mevlânâ Muhammed
Sıddîk Keşmî, 13- Şeyh Abdülhayy, 14- Mevlânâ Yâr Muhammed Telkânî, 15-
Mevlânâ Hasen-i Berkî, 16- Şeyh Abdülhâdî, 17-Şeyh Hacı Hıdır Efgân, 18-
Şeyh Yûsuf-i Berkî, 19- Şeyh Mühibbullah, 20- Mevlânâ Ahmed Deybenî,
21- Kerîmüddîn Baba Hasen Ebdâlî, 22- Şeyh İshâk Sindî, 23- Mevlânâ
Abdülvâhid Lâhori, 24- Mevlânâ Emânullah Lâhorî, 25- Muhammed Sâdık
Bedahşânî, 26- Yâr Muhammed Kadîm, 27-Mevlânâ Kâsım Ali, 28- Âdem
Bennûrî 29- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hayâtını ve menkıbelerini
anlatan “Zübdet-ül-makâmât” kitabını yazan ve Mektûbât’ın üçüncü cildini
toplayan meşhûr talebesi, Muhammed Hâşim-i Keşmî, 30- Yine hayâtını ve
menkıbelerini anlatan “Hadarât-ül-Kuds” kitabını yazan, meşhûr talebesi,
Bedreddîn Serhendî en meşhûr talebelerindendir.
Yüksek
talebelerini, insanlara zâhirî ilimleri ve bâtınî ma’rifetleri
öğretmeleri için her tarafa gönderdi. Meselâ; Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî,
Mevlânâ Muhammed Sıddîk-i Bedahşî, Şeyh Müzzemmil, Mevlânâ Tâhir-i
Bedahşî, Mevlânâ Ahmed-i Deybenî, Kerîmüddîn-i Baba Hasen-i Ebdâlî,
Hasen-i Berkî, Mevlânâ Abdülhayy-i Belhî, Mevlânâ Hâşim-i Keşmî, Mevlânâ
Bedreddîn-i Serhendî, Yûsüf-i Berkî, Hacı Hıdır Efgân, Hâce Muhammed
Sâdık-i Kâbilî, Mevlânâ Yâr Muhammed Kadîm-i Talkânî ve diğerleri..
Bu
zâtlar İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin seçkin talebelerindendir. Bunların
sohbetinden milyonlarca insan feyz alarak, Vilâyet makamına
kavuşmuşlardır. Bu yüksek talebelerine çok yüksek müjdeler vermiş ve
insanların bu seçkin zâtların sohbetlerine kavuşmalarını teşvik
eylemiştir. Talebesinden ba’zılarını vilâyet ve kutbluk makamı ile
müjdelemiştir.
Nûr Muhammed Pütnî (kuddise
sirruh): talebesinin büyüklerindendir. Bunun hakkında; “O,
ricâl-ül-gaybdendir. Ya Nükabâdan, yâhud Nücebâdandır” buyurdu.
Bedî’üddîn-i
Sehârenpûri (kuddise sirruh): Rü’yâda Peygamber efendimizden (
aleyhisselâm ) çok inâyet ve iltifâtlara kavuştu. Kendisine; “Sen
Hindistan’ın sirâcısın kandilisin” buyuruldu. Zamanın kutbu olmak
saadetine de kavuştu.
Mevlânâ Ahmed-i Berkî
(kuddise sirruh): Bir hafta içinde bütün sülûk konaklarını geçmiştir. Bu
da memleketinin kutbu olma şerefine nail olmuştur.
Mevlânâ
Muhammed Tâhir-i Lâhori (r.aleyh): Kendi memleketinin kutbu olmakla
şereflendi. Allahü teâlâ kendisine; “Senin teveccüh ettiklerinin hepsini
Cehennem ateşinden halâs ettim ve sana talebe olanı bağışladım” diye
ilham eyledi.
Seyyid Âdem-i Bennûrî (r.aleyh):
Daha ilk teveccühde ve hattâ telkin ânında, talebeyi tasavvufda Fenâ-i
kalbî makamına ve nisbet-i hâssaya ulaştırırdı. Allahü teâlâ tarafından
kendisine husûsî bir tarz ve yol ihsân edildi. Bu yola “Ahseniyye”
denmiştir, işte bu yol ile insanları Allahü teâlâya yaklaştırıyordu. Bu
beşareti, müjdeyi, İmâm-ı Rabbânî hazretleri, şu sözleri ile kendisine
verdiler “Size bizden istifâde ettiğinizden daha çoğu gaybî olarak
verilecektir. Sizin yolunuza tevessül (vesile) eden, mağfiret
olunmuştur. Kıyâmette size yeşil bir sancak verilir. Size tevessül
edenler, sizin yolunuzda gidenler, kıyâmet gününde o sancağın altında
rahat ve gölgede olurlar.” Dörtyüzbinden ziyâde kimse huzûrunda tövbe
etti. Bin tane kâmil talebesi vardı. Seyyid Ahmed, Medîne-i münevvereye
gidince, Resûlullah ( aleyhisselâm ) selâmını almış ve pek az kimseye
bile nasîb olmıyan müsâfeha etmek şerefine kavuşmuştu. O sırada; “Ey
oğlum! Sen benim yanımda kal!” diyerek bir ses duyuldu ve hakîkaten,
Medîne-i münevverede vefât etti.
Seyyid
Muhammed Nu’mân-ı Bedahşî (kuddise sirruh): İmâm-ı Rabbânî hazretleri,
bir mektûbunda, Seyyid Muhammed” Nu’mân-ı Bedahşî’ye: “Sizin kemâl
hilâliniz, güneşin karşısında ondördüncü ay gibi oldu. Güneşe
verilenlerin hepsi, ona aksetti” yazdı. Kutb olduğu kendisine
müjdelendi, İrşâdları çok fazla oldu. Yüzbinlerce insanı Allahü teâlâya
yaklaştırdı. Zamanın pâdişâhı, talebesinin çokluğundan korktu. Onu
Dekken’den çağırıp yanında muhafaza eyledi. Buyurdu ki: “Peygamber
efendimizi ( aleyhisselâm ) rü’yâda gördüm. Ebû Bekr-i Sıddîk (
radıyallahü anh ), O serverin yanında idi. Buyurdu ki: “Yâ Ebâ Bekr!
Oğlum Muhammed Nu’mân’a söyle, Ahmed’in makbûlü, benim makbûlümdür ve
Allahü teâlânın makbûlüdür. Ahmed’in merdûdünü, kabûl etmediğini ben ve Allahû Teâlâ sevmeyiz.” İmâm-ı Ahmed Rabbânî’nin (kuddise sirruh)
makbûllerinden olduğum için, bu müjdeyi duyunca, büyük bir sürura
kapıldım. Bu huzûr içerisinde iken, tekrar şöyle buyurdular: “Oğlum
Muhammed Nu’mân’a de ki: Senin makbûlün, Ahmed’in (İmâm-ı Rabbânî’nin)
makbûlüdür. Onun makbûlü, benim ve Allahû Teâlâ'nın makbûlümüzdür. Senin
merdûdün, kabûl etmediğin Ahmed’in, benim ve Allahû Teâlâ'nın
merdûdüdür.”
Eserleri: 1- Mektûbât: İslâm
âleminde İmâm-ı Rabbânî’nin mektûbâtı kadar kıymetli bir kitap daba
yazılmamıştır. Mektûbât, üç cild olup, beşyüzyirmialtı mektûbunun
toplanmasından meydâna gelmiştir. Kelâm ve fıkıh bilgilerini, tasavvufun
ma’rifetlerini açıklayan uçsuz bir derya gibi eşsiz bir eserdir.
Mektûbât’ın
birinci cildi 1025 (m. 1616) senesinde talebelerinin meşhûrarından Yâr
Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânî tarafından toplanmıştır. Birinci cildde
üçyüzonüç (313) mektûp vardır. Bu cildin son mektûbu, Muhammed Hâşim-i
Keşmî’ye yazılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cildin son
mektûbunu yazınca; “Muhammed Hâşim’e gönderilen bu mektûpla resûllerin,
din sahibi peygamberlerin ve Eshâb-ı Bedr’in sayısına uygun olduğundan,
üçyüzonüç mektûpla birinci cildi burada bitirelim” buyurmuştur.
İkinci
cildi ise 1028 (m. 1619) senesinde yine talebelerinden, Abdülhay Pütnî
tarafından toplanmıştır. Bu cildde Esmâ-i hüsnâ ya’nî Allahü teâlânın
Kur’ân-ı kerîmde geçen doksandokuz ismi sayısınca doksandokuz (99)
mektûp vardır.
Üçüncü cild de İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin vefâtından sonra 1040 (m. 1630) senesinde talebelerinden
Muhammed Hâşim-i Keşmî tarafından toplanmış olup, bu cildde de Kur’ân-ı
kerîmdeki sûrelerin sayısınca yüzondört (114) mektûp vardır. Her üç
cildde toplam beşyüzyirmialtı (526) mektûp vardı. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin vefâtından sonra on mektûbu daha üçüncü cilde ilâve
edilmiştir. Böylece toplam mektûp adedi. (536) olmuştur.
Mektûbât’daki
mektûpların birkaçı Arabî, geri kalanların hepsi Fârisîdir. 1392 (m.
1972) senesinde, Pakistan’da Karaşi’de (Edeb Menzil, Sa’îd Kompani) de
Gulâm Mustafa Hân tarafından, üç cildi iki kitap hâlinde ve haşiyesinde
açıklamalar olarak, gayet okunaklı ve nefis basılmıştır. Bu Fârisî
baskının, 1397 (m. 1977) senesinde İstanbul’da, ofset baskısı
yapılmıştır. Muhammed Murâd-i Kazanî Mekkî tarafından 1302 (m. 1884)
yılında Arabîye tercüme edilerek, “Dürer-ül-meknûnât” adı verilmiş, 1316
(m. 1898)’da Mekke-i mükerremede Miriyye matbaasında basılmıştır. 1382
(m. 1963)’de, İstanbul’da da ofset yolu ile birinci hamur kâğıda gayet
nefis basılmıştır. İmâm-ı Rabbânî’nin (kuddise sirruh) ve oğlu Muhammed
Ma’sûm’un (kuddise sirruh) (Mektûbât) kitapları, Müstekîm-zâde Süleymân
Efendi tarafından Farsçadan Türkçeye, Osmanlıcaya tercüme edilip, 1277
(m. 1860) senesinde taşbasması yapılmıştır. Daha sonra birinci cildi
Türkçeye tercüme edilerek, “Müjdeci Mektûblar” adı ile İstanbul’da
Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Mektûbât’ın ikinci ve üçüncü
cildindeki mektûplardan da bir kısmı Türkçeye tercüme edilerek, “Tam
İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye” kitabı içinde 108 madde hâlinde
yayınlanmıştır.
İmâm-ı Rabbânî’nin mübârek oğlu
Muhammed Ma’sûm-i Serhendî’nin yetiştirdiği, yüzlerce evliyânın
meşhûrlarından olan Muhammed Bâkır Lâhorî, 1080 (m. 1668)’de “Mektûbât’ı
Fârisî olarak hülâsa edip, özetleyerek “Kenz-ül-hidâyât” ismini
vermiştir. Bu eser yüzyirmi sahife olup, içinde yirmi başlık vardır.
1376 (m. 1957) senesinde Lâhor’da basılmıştır.
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin büyük talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle
anlatır: “Hocamın zamanında yaşayan ve derin âlim olan bir zât bana:
“Senin hocanın risaleleri ve mektûpları olduğunu duydum, fakat görmedim”
dedi. Ben de İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bir mektûbunu, o dindar âlime
okudum. Dinlerken zevkinden coşup, ellerini kaldırdı. Bir müddet duâ
etti ve; “Yâ Rabbî! Bu muazzam şeyhe dâima selâmet ver!” dedi, sonra
bana; “Bid’atlarla dolu olan bu bozuk zamanda kalb kararıyor,
paslanıyor. Senin yüksek hocanın sözleri o pasları sildi, kalbimi
cilâlandırdı” dedi.
İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “İmâm-ı Rabbânî
hazretleri buyurdu ki: “Bütün yazılarımızı, âhır zamanda gelecek olan
Hazret-i Mehdî’nin okuyacağı ve hepsini makbûl bulacağı bize
bildirildi.”
Son asrın zâhir ve bâtın
ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük İslâm
âlimi ve rûh bilgilerinin mütehassısı, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî
hazretleri defalarca şöyle buyurmuştur: “Ba’de kitâbillah ve ba’de
kütüb-i sitte efdal-i kütüb, Mektûbâtest.” Ya’nî, Allahü teâlânın kitabı
olan Kur’ân-ı kerîm’den sonra ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ) hadîs-i
şerîflerinin toplanması ile meydana gelmiş olan Kütüb-i sitteden sonra,
dîn-i İslâmda yazılmış kitapların en üstünü Mektûbât’tır. Yine
Mektûbât’tan bahsederken; “Din ve dünyâya en ziyâde yarıyan ve dîn-i
İslâmda misli yazılmamış Mektûbât kitabı...” buyurmuştur.
Evliyâ-yı
Kirâmın vilâyetlerinin kemâlâtının ma’rifetlerini bildiren kitapların
en kıymetlisi, Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”si olduğu gibi, hem
vilâyet kemâlâtının ma’rifetlerini, hem de nübüvvet kemâlâtının
ma’rifetlerini ve inceliklerini bildiren kitapların en kıymetlisi ve en
üstünü, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbât” kitabıdır.
Diğer
eserleri de şunlardır: 2- Redd-i revâfıd: Fârisî olup, Râfizîleri
reddeden bu kitabın Türkçesi, (Hak sözün Vesîkaları) kitabında, bir
bölüm olarak, Hakîkat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır. Arapcaya da
tercüme edilmiştir. 3- İsbâtün-nübüvve: “Peygamberlik nedir?” adı ile
Türkçeye tercüme edilmiştir. Hak Sözün Vesîkalan kitabı içinde bir bölüm
olarak yayınlanmıştır. Ayrıca Arapcası, İngilizceye ve Fransızcaya da
tercüme edilmiştir. 4- Mebde’ ve Me’âd, 5-Âdâb-ül-mürîdîn, 6-
Ta’lîkât-ül-Avârif, 7-Risâle-i tehlîliyye, 8- Şerh-i Rubâ’ıyyât-ı
Abd-il-Bâkî, 9- Meârif-i ledünniye, 10- Mükâşefât-ı gaybiyye, 11- Cezbe
ve sülûk risalesi.
Eserlerinden seçmeler:
İmâm-ı
Rabbânî hazretlerinin eşsiz eseri “Mektûbât”, hem yazıldığı asırda, hem
de sonraki asırlarda, hakîki saadeti arayanlar tarafından aşk ve şevkle
okunmuş, istifâde edilmiş ve pekçok insanın se’âdete kavuşmasına vesile
olmuştur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak isteyenlere fâideli olmak
için yazdığı bu eserinden seçmeler:
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, büyük oğlu Muhammed Sâdık’a yazdığı birinci cilddeki 260. mektûbun son kısmında şöyle buyurdu:
“Ey
oğlum! Kutb-i irşâdın feyz vermesi ve ondan feyz almakla ilgili
ma’rifetler, “Mebde’ ve Me’âd” risalesinde, “İfâde ve istifâde” babında
yazılmışdı. Sırası gelmiş iken, fâideli olan bu ma’rifeti de, buraya
yazıyorum. Orada yazılı olan ile karşılaştırınız! Kutb-i irşâd,
kemâlât-i ferdiyyeye de mâlikdir. Çok az bulunur. Asırlardan, çok uzun
zaman sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem onun
gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün
dünyâya yayılır. Yer küresinin ortasından tâ arşa kadar herkese; rüşd,
hidâyet, îmân ve ma’rifet onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır.
Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları,
bir okyanus gibi, (çok kuvvetli radyo dalgaları gibi) bütün dünyâyı
sarmıştır. O derya, sanki buz tutmuştur. Hiç dalgalanmaz (ya’nî
şöhretten uzak olur, onu kimse tanımaz.) O büyük zâtı tanıyan ve seven
bir kimse, onu düşünürse, yâhud, o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini
isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Bu yoldan,
sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır. Bunun gibi bir
kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu
tanımazsa, yine ondan feyz alır. Fakat, birinci feyz daha fazla olur.
Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu
kimseye incinmiş ise, Allahü teâlâyı zikr etse bile, rüşd ve hidâyete
kavuşamaz. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır.
O zât, bunun istifâdesini istememiş olmasa bile, onun zararını istemese
bile, hidâyete kavuşamaz. Rüşd ve hidâyet, var görünür ise de yoktur. O
zâta inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikr
etmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar.
Fârisî beyt tercümesi:
Susdum artık, zekîlere bu yeter,
Çok bağırdım, dinleyen varsa eğer.
Âlemlerin
rabbi olan Allahû Teâlâ'ya hamdolsun. O, rahmândır ve rahimdir. O’nun
resûlü Muhammed aleyhisselâma ve Âline ve Eshâbına sonsuz salât ve selâm
olsun.”
Birinci cild, 23. mektûpda şöyle buyurdu:
“Bir
din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, İslâm
düşmanları ve câhil kimseler tarafından şırınga edilen, yanlış bilgileri
ve iftiraları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden
temizler. Zehirlenen rûhlarını tedâvi eder. Sonra, yaşlarına ve
anlayışlarına göre, İslâmiyeti ve meziyetlerini, faydalarını,
emirlerindeki ve yasaklarındaki hikmetlerini, inceliklerini ve insanlığı
saadete ulaştırdığını, onların kalbine yerleştirir. Böylece gençlerin
rûh bahçelerinde, dertlere deva, rûhlara gıda olan nefis çiçekler
yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazançtır. Onun
bakışları, rûhlara işler. Sözleri, kalblere te’sîr eder. Dîn-i İslâmı
hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken soğuk şerbet içip ciğerlerine
kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile
mümkündür...”
Birinci cild, 193. mektûp:
Allahû Teâlâ yardımcımız olsun! işlerinizi kolaşlaşdırsın! Ayıb ve çirkin olan şeylerden korusun!
Âkil
ve baliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi; Ehl-i sünnet
âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun
olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol
sevâb versin! Âmin. Kıyâmette Cehennem azâbından kurtulmak, onların
bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar,
yalnız bunların yolunda gidenlerdir. (Onların yolunda gidenlere “Sünnî”
denir.) Resûlullahın ( aleyhisselâm ) ve Eshâbının “rıdvânullahi aleyhim
ecmaîn” yolunda gidenler yalnız bunlardır. Kitâbdan ve sünnetten (ya’nî
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden) çıkarılan bilgiler içinde
kıymetli, doğru olan, yalnız bu büyük âlimlerin, kitâbdan ve sünnetden
anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünkü, her bid’at sahibi, ya’nî her
reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile,
kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini
gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, kitâbdan ve sünnetden
çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı
propagandalarına aldanmamalıdır...
İ’tikâdı
düzeltdikten sonra, helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb ve mekrûh
olan şeyleri de fıkıh kitaplarından öğrenmek ve her işi bunlara göre
yapmak da lâzımdır. Talebeden birkaçına emir buyurunuz da, Fârisî
dilinde yazılmış fıkıh kitaplarından birini, toplandığınız zaman
okusunlar. “Mecmû’a-i Hâni” ve “Umdet-ül-İslâm” adındaki kitapları
okumak çok uygun olur.
Allah korusun, i’tikâd
edilecek şeylerde bir sarsıntı olursa, kıyâmetde. Cehennemden hiç
kurtulmak olmaz. İ’tikâd doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tövbe
ile ve belki tövbesiz de af olunabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme
girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki, işin aslı ve temeli,
i’tikâdı düzeltmektir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr buyurdu ki: “Bütün iyi
hâlleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat
i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harab; istikbâlimi
karanlık bilirim. Eğer, bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve
kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.” Allahü
teâlâ, bizi ve sizi, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayırmasın! İnsanların
efendisi hürmetine ( aleyhisselâm ) duâmızı kabûl buyursun! Âmîn.
Lâhor’dan
gelen bir talebe, Şeyh Ciyûn’un eski Nahhâs Câmii’nde Cum’a namazı
kıldığını söyledi. Meyan Refi’uddîn onun iltifâtına kavuşduktan sonra,
Kâdı Şeyh Ciyûn’un kendi bahçesinde bir câmi yaptırdığını söyledi. Böyle
haberleri işittiğimiz için, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ
böyle iyi işleri arttırsın! Böyle haberleri işitince, çok, hem de pekçok
sevinmekteyiz.
Muhterem Seyyid hazretleri!
Bugün, müslümanlar kimsesiz kaldı, İslâmiyete yardım için, bugün az
birşey vermek, binlerce altın vermiş gibi kıymetli olur. Hangi talihli
kimseye bu büyük ni’meti ihsân ederlerse, ona müjdeler olsun! Dînin
yayılmasına, İslâmiyetin kuvvetlendirilmesine çalışmak, her zaman iyidir
ve kim olursa olsun böyle çalışan, cihâd sevâbına kavuşur. Fakat, İslâm
düşmanlarının her yandan saldırdığı bu zamanda, Ehl-i beyt-i nebeviden
olan siz kahramanların yardım etmesi, elbette daha iyi, daha güzel olur.
Çünkü Allahü teâlâ, İslâmiyet gibi en büyük ni’metini, kullarına, sizin
yüksek ceddîniz ile gönderdi. Sizin yardımınız, kendi yaptığı şeye
yardım etmek olur. Başkalarının yardımı ise böyle olmaz, Resûlullaha (
aleyhisselâm ) tam vâris olabilmek, bu büyük işi yapmakla olur.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâbına karşı buyurdu ki: “Siz, öyle bir
zamanda geldiniz ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının onda
birini yapmaz iseniz, helak olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra
öyle müslümanlar gelecek ki, Allahü teâlânın emirlerinin ve yasaklarının
onda birini yapabilseler Cehennemden kurtulurlar.” işte bizim
zamanımız, o zamandır ve müjdelenenler de, şimdiki müslümanlardır.
Fârisî beyt tercümesi:
Se’âdet topu, ortaya kondu.
Topu kapan yok, erlere noldu?
Bu
yakınlarda, mel’ûn Guvendval kâfirinin öldürülmesi çok güzel oldu. Onun
ölümü, Hindûların burunlarının kırılmasına sebeb oldu. Ne niyetle
olursa olsun, niçin öldürüldü ise öldürülsün. İslama saldıranların
alçalması, müslümanlar için bir kazançdır. O kâfir öldürülmeden önce
rü’yâda, devlet reîsimizin, kâfirlerin liderlerinin başını kesdiğini
görmüşdüm. Doğrusu, o kâfir, düşmanların önderi ve kâfirlerin şefleri
idi. Allahü teâlâ, o alçakları yardımsız bıraksın!
İslâmiyetin
ve müslümanların yükselmesi, kâfirlerin ve kâfirliğin kıymetden
düşmesine, aşağı olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, zımmîlerden cizye
almağı emreyledi. Onlardan bu vergiyi almak, onları aşağı kılmak
içindir. Kâfirler ne kadar yükselirse, müslümanlar da o kadar alçalır.
Bu inceliği iyi anlamalıdır. Çok kimse, bu bağlılığı anlayamıyor. Bu
yüzden dinlerini yıkıyorlar. Allahü teâlâ, Tövbe sûresinin, 73. âyetinde
meâlen; “Ey sevgili Peygamberim ( aleyhisselâm )! Kâfirlerle ve
münâfıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” buyurdu. Kâfirlerle
döğüşmek, onlara sert davranmak, dinde zarurî lâzımdır. Ya’nî îmânın
şartıdır. (Fakat, cihâdı hükümet yapar. Devletin ordusu yapar.
Müslümanların cihâdı, asker olarak hükümetin verdiği vazîfeyi
yapmakdır.)
İslâmiyetin emirlerini bildirmek
için, hârika işler yapmak, kerâmet sahibi olmak şart değildir.
Bilenlerin, bilmeyenlere öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm, kuvvetim
yokdu da, İslâmiyetin yasak etdiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim
diyerek, özür ve bahâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azâbdan
kurtaramayacakdır. İnsanların en iyileri olan peygamberler
(aleyhimüsselâm), İslâmiyetin emirlerini, yasaklarını bildirirlerdi.
Ümmetleri mu’cize isteyince; “Mu’cizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim
vazîfemiz O’nun emirlerini bildirmekdir” buyururlardı. Allahü teâlâ,
dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saadete kavuşmaları için,
o anda mu’cize yaratırdı. Her ne olursa olsun, İslâmiyeti bildirmek,
gençlere öğretmek, fâidelerini açıklamak, düşmanların yalanlarını,
iftirâlarını cevaplandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse,
cezadan, azâbdan kurtulamayacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne
çıkarmamağa dikkat etmelidir. Dikkatle çalışırken, kendine bir sıkıntı
gelirse, bunu ni’met bilmelidir. Peygamberler (aleyhisselâm), Allahü
teâlânın emirlerini bildirirken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri
işkenceler kalmadı. Onların en üstünü Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
“Hiçbir peygambere, benim çekdiğim eziyet çektirilmedi.” Fârisî beyt
tercümesi:
Ömür geçdi, derdimi anlatmak bitmedi,
Bitireyim artık, gece devam etmedi.
Vesselâm.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât’ının birinci cildinden özet olarak seçmeler:
“Edebi gözetmek, zikrden üstündür. Edebi gözetmeyen, hakka kavuşamaz.”
“Ehlin gönlü için (ailenin gönlünü almak için) günah işlemek ahmaklıktır.”
“Eshâb-ı Kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı Kirâm, dîni bildirenlerdir.”
“Eshâb-ı Kirâma dil uzatan dîni yıkar. Eshâb-ı Kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur.”
“Eshâb-ı Kirâmın hepsi, evliyânın hepsinden üstündür.”
“Farzı bırakıp, nafile ibâdetleri yapmak boşuna vakit geçirmektir.”
“Felâsifenin (filozoflar) kısa görüşleri, yalnız madde âlemini görmektedir.”
“Gına sahiblerinin ya’nî zenginlerin, alçak gönüllü olması güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.”
“Haram sebeple elde edilen herşey de haramdır.”
“Havf (korku), gençlikte; recâ (ümîd), ihtiyârlıkta olmalıdır.”
“Hayr, Allahü teâlâdan gelendedir.”
“Her sabah ve akşam yüz kerre; “Sübhânellahi ve bi-hamdihi” demelidir.”
“Her ne ki kalbin huzûruna yardım ede, mübârektir.”
“Her hatıra geleni yapmağa kalkışmamalıdır.”
“Herşeye kalbi bağlamaktan kurtulmadıkça, Hak teâlâya bağlanılamaz.”
“İbâdet-i gayrdan (başkasına tapınmaktan) kurtulmak için, Allahü teâlâdan başka birşey istememelidir.”
“İbâdetin hâlis olması için mâsivâya köle olmakdan kurtulmalıdır.”
“İhlâs ile yapılan bir iş, senelerce yapılan ibâdetlerin kazancını hâsıl eder.”
“İctihâd ve kıyas; âyetlerin ve hadîslerin ma’nâlarını açığa çıkarmaktır.”
“İnsana
lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir
ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.”
“İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.”
“Kalbe gelen lekeleri temizlemek için; tövbe, istiğfar, pişmanlık ve iltica (sığınma, yalvarma) etmelidir.”
“Kalbin
tasviyesi (temizlenmesi); İslâmiyete uymakla, sünnetlere yapışmakla,
bid’atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur.
Zikr ve rehberi (doğru yolu gösteren âlimi) sevmek bunu kolaylaştırır.”
“Kalbin birçok şeyleri sevmesinin sebebi, hep o birşey içindir. O da nefsdir.”
“Kâfirlere Kıymet vermek müslümanlığı aşağılamak olur.”
“Kelâm-ı ilâhi’nin tefsîri; nakil ile, işitmekle olur.”
“Kelime-i tevhîd; putlara ibâdeti bırakıp, Hak teâlâya ibâdet etmek demektir.”
“Küfür, nefs-i emmârenin isteklerinden hâsıl olur.”
“Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.”
“Maraz-ı
kalbi (kalbin hasta olması), Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına
kalbin inanmaması demektir.” “Maraz-ı kalbi, kalbin mâsivâya (Allahü
teâlâdan başka şeylere) bağlanmasıdır.”
“Maraz-ı kalbiye tutulmuş olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fâideli olmaz.”
“Mâsivâ, mahlûklar demektir.
Akla hayâle gelen, düşünülen, görülen herşey mâsivâdır.”
“Mekrûhtan sakınmak ve bir edebi gözetmek; zikrden, fikirden ve murâkabeden daha fâidelidir.”
“Meyyite (ölüye); duâ, Fâtiha, sadaka ve istiğfar ile yardım etmelidir.”
“Minnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbet sahiblerine lâzımdır.”
“Mübah olan şeyleri lâzım olunca kullanmalıdır. Mübahları, kulluk vazîfesini yapmak için niyet ederek kullanmalıdır.”
“Mübahları gelişi güzel kullanan, şüpheli şeyleri yapmağa başlar. Şüphelileri yapmak da harama yol açar.”
“Büyükleri sevmek saadetin sermâyesidir. Muhabbete müdâhâne (gevşeklik) sığmaz.”
“Nefs bir merkez bir santraldir. Duygu organları onun âletleridir.”
“Nefs bir kötülük deposudur. Kendini iyi sanarak Cehl-i mürekkeb olmuştur.”
“Nefse, günahlardan kaçmak, ibâdet yapmaktan daha güç gelir. Onun için günahtan kaçmak daha sevâbtır.”
“Nefs-i emmâre, hiç kimsenin emri altına girmeyip, herkese emretmek ister.”
“Nefs-i emmâreyi yıpratmak, azgınlığını önlemek için dîne uymaktan başka çâre yoktur.”
“Namazda hâsıl olan lezzetlerde, nefsin nasîbi yoktur.”
“Namazın mi’râc olması bu ümmete mahsûstur.”
“Uyku
zamanında yüz kere tesbih (sübhânellah demek), tahmîd (elhamdülillah
demek) ve tekbîr (Allahü ekber demek) okumak, kendini hesaba çekmek
sayılır.”
“Razzâk olan Hak teâlâ, rızıklara kefil olmuş, kullarını bu sıkıntıdan kurtarmıştır.”
“Se’âdet, ömrü uzun ve ibâdeti çok olanındır.”
“Saâdet-i ebediyyeye kavuşmak, peygamberlere uymağa bağlıdır.”
“Sohbeti ganîmet bilmelidir. Sohbetin üstünlüğü, bütün üstünlüklerin ve kemâllerin üstüdür.”
“Sünnet ile bid’at arasında şüpheli olan bir işi terk etmelidir.”
“Sünnet ile bid’at birbirinin zıddıdır. Birini yapınca öteki yok olur.”
“İslâmiyete uymadan, azâbdan kurtulmak olmaz.”
“İslâmiyete uymak, nefsin isteklerini bırakmak demektir.”
“İslâmiyete uymayan kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz.”
“İslâmiyete uygun olmayan sözler ve işler, insanı felâkete sürükler.”
“Şeytan,
(Allahü teâlâ rahimdir af eder) diyerek insanı günah işlemeğe sürükler.
Hâlbuki kıyâmet günü düşmanlara merhamet olunmayacaktır.” “Şeytan,
kötülükleri iyilik şeklinde gösterip insanları aldatır.” “Şöhret,
âfettir.”
“İstemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da kavuşmanın başlangıcıdır.”
“Taleb (istemek), büyük ni’mettir. Ni’meti elden kaçırmamak için, onun şükrünü yerine getirmek lâzımdır.”
“Tâlib olmayan kimse, tâlib olmayı istemelidir. Bu istek de büyük ni’mettir.”
“Talibin nefse uymaması lâzımdır. Bu da vera’ ve takvâ ile olur ki, haramlardan sakınmalıdır.”
“Talibin yalvarması ve çok sevmesi lâzımdır.”
“Tasdik demek, kalbin şüphesiz inanmasıdır. Bilmek, anlamak demek değildir.”
“Tekmîl-i sınâ’at telâhuk-i efkâr iledir. Ya’nî san’atların, fenlerin gelişmesi, buluşların birbirine eklenmesi iledir.”
“Zâhid, dünyâya gönül bağlamadığı için, insanların en akıllısıdır.”
“Zekât niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevâbdır.”
“Sâlih ameller İslâmın beş şartıdır. Sâlih amelleri yapmadan kalb selâmette olmaz.”
“Cennet ile Cehennemden başka ebedî bir yer yoktur. Cennete girmek için îmân ve dînin emirlerine uymak lâzımdır.”
“Dünyâyı
maksad edinmemeli. Dünyâ, nefsin arzularına yardımcıdır. Dünyâ ve
âhıret bir arada olmaz. Dünyâya düşkün olmak, günahların başıdır.
Dünyâya düşkün olanlar âhırette zarar görür. Dünyâya düşkün olmamanın
ilâcı, İslâmiyete uymaktır.”
“Bu zamanda
dünyâyı terk etmek çok zordur. Dünyâyı terk lâzımdır. Hakîkaten terk
edemeyen, hükmen terk etmelidir ki, âhırette kurtulabilsin. Hükmen terk
etmek de büyük ni’mettir. Bu da, yemekte, içmekte, giyinmekte, meskende,
dînin hududundan dışarıya taşmamakla olur.”
“Dünyâyı
terk etmek iki türlüdür; birincisi, mübahların, zarûret miktarından
fazlasını terktir. Bu çok iyidir, ikincisi, haramları ve şüphelileri
terkedip yalnız mübahları kullanmaktır. Bu zamanda bu da iyidir.”
“Tesbih okumak (sübhânellah demek), tövbenin anahtarı ve hattâ özüdür.”
“Tövbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük ni’metidir.”
“Ulemâ-i
din (iyi din adamları, hakîki din âlimleri), dünyâ ni’metlerinden
vazgeçmişlerdir. Dîni yaymaktan ve dîni kuvvetlendirmekten başka şey
düşünmezler.”
“Ulemâ-i dünyâ (dünyâya düşkün
olan kötü din adamları), dünyâ ve dünyâ ni’metleri arkasında koşarlar.
Bunlarla arkadaşlık etmek zararlıdır. Kötülükleri herkese bulaşır.”
“Ulemâ-i sû’ (kötü din adamları) insanların doğru yoldan sapmalarına sebep olurlar.”
“Rü’yâlar güvenilecek şey değildir. Uyanık iken ele geçen kıymetlidir.”
“Vakit
çok kıymetlidir. Kıymetli şeyler için kullanmak lâzımdır, işlerin en
kıymetlisi sahibine hizmet etmektir. (Ya’nî Allahü teâlâya ibâdet ve
tâat etmektir.”
“Gençlik zamanında dînin emirlerine uymak, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en üstünüdür.
“Annenin yavrusuna fâidesi olmadığı (annenin yavrusundan kaçacağı) kıyâmet günü için, hazırlık yapmayana yazıklar olsun!”
“Âyet-i
kerîmede; “Vallâhu basîrun= Allah onların ne yaptıklarını görmektedir”
buyuruldu. Allahü teâlâ herşeyi gördüğü hâlde (insanlar) çirkin işleri
yaparlar. Aşağı bir kimsenin bile bu işleri gördüğünü bilseler, vaz
geçerler yapmazlar. Bunlar ya Hak teâlânın görmesine inanmıyorlar, Yâhud
onun görmesine kıymet vermiyorlar, îmânı olana her ikisi de yakışmaz.”
“Velîlerin hiçbiri, peygamber mertebesine varamaz.”
“Velîlerin hiçbiri, Sahâbî mertebesine çıkamaz.”
İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurdu ki:
“Allahü teâlânın hayırlı işlerde kullandığı kimselere müjdeler olsun!”
“Her işi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin kitaplarından öğrenmelidir.”
“İyi kimselerle arkadaşlık kurmalı, kötü kimselerle arkadaşlıktan kaçınmalıdır.”
“Mâlâya’nî (boş şeyler) ile vakit geçirmek, Allahü teâlâdan uzaklaşmaya işârettir.”
“İhlâs ile yapılan küçük bir iş, senelerce yapılan ibâdetler gibi kazanç (sevâb) hâsıl eder.”
“Her ibâdeti seve seve yapmalı. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanlara hakkını ödemeğe titizlikle çalışmalıdır.”
“Dünyânın
vefasızlıkta eşi yoktur, dünyâyı isteyenler de alçaklıkta ve bahillikte
(cimrilikte) meşhûrdur. Azîz ömrünü, bu vefasızın ve değersizin peşinde
harcayanlara yazıklar ve korkular olsun.”
“Gençlik
çağının kıymetini biliniz! Bu kıymetli günlerinizde, İslâmiyet
bilgilerini öğreniniz ve bu bilgilere uygun olarak yaşayınız! Kıymetli
ömrünüzü faydasız, boş şeyler arkasında, oyunla ve eğlence ile
geçirmemek için uyanık olunuz.”
“İnsanlar
riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki,
dînimizin emr ettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nafile
oruç tutmaktan daha fâidelidir.”
“Bir kimsenin
önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini
yemek istediği hâlde, dînimizin emr ettiği kadar yiyip, fazlasını
bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.”
“Bir farzı vaktinde yapmak, bin sene nafile ibâdet yapmaktan daha çok fâidelidir.” Fârisî beyt tercümesi:
“Allahtan başka her neye tapınsan, hepsi hiçtir.
Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir.”
“Ölüm gelmeden önce, yapacak işi bilmeli, yüzü ak olarak, Allahü teâlâyı özliyerek can vermelidir.”
“Sebeplere
yapışmak Allahü teâlâya güvenmeğe mâni değildir. Sebepleri ve onlardaki
te’sîrleri de o yaratıyor.” Fârisî beyt tercümesi:
“Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka.
Hepsi cana zehirdir, şeker dahî olsa.”
“Herşey, Allahü teâlânın varlığını ve sıfatlarını gösteren, birer işârettir.”
“Hayrı ve şerri yaratan Allahü teâlâdır. İyilik istiyenlerden râzıdır. Kötülük istiyenlerden râzı değildir.”
“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Hak teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”
“Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, onun sevmediği yolda kullanmak, çok çirkin bir iştir.”
“Büyük ihsân ve iyilik, kerîmlere güç gelmez.”
“İnsan tedbir alır, sebeplere yapışır, takdîri bilmez. Allahü teâlânın takdîri, kulun tedbîri ile değişmez.” Beyt:
“Yüzlerce dile mâlik olsa da vücûdum.
Lütfunun şükrünü, nasıl yapabilirim.”
“Gökler, yıldızlar, elementler, canlılar yok idi. Hepsi Allahü teâlânın yaratması ile var oldu.”
“Şefaatçi aramak tövbenin bir parçasıdır.” Beyt:
“Kendinden haberi olmayan kimse
Nerede kaldı başka şeyleri bile.”
“Ölmek, felâket değildir, öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felâkettir.”
“Sonsuz kurtuluşa kavuşmak için, üç şey muhakkak lâzımdır ilim, amel, ihlâs.”
“Ölülere duâ ve istiğfar etmekle ve onlar için sadaka vermekle, imdatlarına yetişmek lâzımdır.”
“Dünyâyı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak anmaklıktır.
“Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi seâdet zan etmemeli, nefse güç ve acı gelenleri de şekavet ve felâket sanmamalıdır.”
“Birkaç günlük zamanı büyük ni’met bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmağa çalışmalıdır.”
“İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.”
“Câhillerin,
büyüklere dil uzatmalarına sebeb olmayınız! Her işinizin İslâmiyete
uygun olması için, Allahü teâlâya yalvarınız.” Beyt:
“Haramdan sakın, farzı yapmaya bak
Farzı yapmazsan, olur hâlin harâb.”
“Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyalıklara aldanmamalıdır.”
“İhsan sahibinin kapısı çalınınca açılır..”
“Gönül dalgınlığının ilâcı: gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir.”
“Dünyâ
hayatı pek kısadır. Bunu en lüzumlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en
lüzumlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır.
Hiçbirşey sohbet gibi fâideli değildir.”
1) Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbânî
2) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1023
3) Mebde’ ve Me’âd risalesi sh. 19
4) Zübdet-ül-makâmât sh. 126 vd.
5) Hadarât-ül-kuds sh. 30 vd.
6) Ümdet-ül-makâmât sh. 98 vd.
7) Visali Ahmedî (Bedreddîn Serhendî)
8) Makâmat-ı Ahmediyye (Ahmed Sa’îd Fârûkî)
9) Meslek-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Sa’îd Nakşibendî)
10) Essebe-ül-esrâr fî medâric-ül-ahyâr (Muhammed Ma’sûm Ömeri)
11) Tezkire-i İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Manzûr Nu’mânî)
12) Hazret-i Müceddid (Ebü’l-Hasen Zeyd Farûkî)
13) İmâm-ı Rabbânî (Muhammed Abdüşşükür)
14) Hazret-i Şeyh Ahmed Serhendî (Muhammed Eslem)
15) Hak Sözün Vesîkaları sh. 306
16) Eshâb-ı Kirâm sh. 147
17) Kıyâmet ve Âhıret sh. 168, 186
18) Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 334
19) Reşehât zeyli sh. 19
20) Derer-ül-meknûnât (kenarı) sh. 52
21) Ahbâr-ül-ahyâr sh. 330
22) Meslek-i Müceddid (Cemil Ahmed Şarkpûrî)
23) Makâmât-ı ahyar sh. 26
24) İrgâm-ül-merîd sh. 70
25) Hadâik-ül-verdiyye sh. 178
26) Hadîkat-ül-evliyâ sh. 97, 150
27) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 156
28) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 259
29) El-A’lâm cild-1, sh. 142
30) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 138
Cenâb-ı Allah, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nden razı olsun ve makâmını yüceltsin, alî eylesin. Bizleri de şehitlik ve şehidelik makâmıyla müjdelesin. Bu mübarek Allah Dostları'nın himmet, bereket ve şefaatlerine nâil eylesin bizleri... Amin.
Cenâb-ı Allah, İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'nden razı olsun ve makâmını yüceltsin, alî eylesin. Bizleri de şehitlik ve şehidelik makâmıyla müjdelesin. Bu mübarek Allah Dostları'nın himmet, bereket ve şefaatlerine nâil eylesin bizleri... Amin.
Yorum Gönder